Google Play Store
App Store

“Ve o çanları ağır ağır çalan/ şu sarmalanmış tekdüzeliğin içinde/yüreğine insanın bir taş yuvarlanmasından/bir çan, bir ihtişam duyar ya/onlar erkek de değillerdir kadın da/ (…) ve krallarıdır çanları ağır ağır çalan” der Poe, ölümünden bir yıl sonra, 1849 yılında yayımlanan ‘Çanlar’ şiirinde… Önce mutluluk içinde duyduğumuz gümüş çanlardır onlar. Altın çanlar, pirinç çanlar birbirini kovalar. Demir çanları duyduğumuzda ise atmosfer kararır, kara bulutlar kaplar her yanı. Yaratıkların yönettiği dünyada nefessiz kalırız öylece. Fazıl Say’ın ilk defa 2014 yılında Lübeck’te Dünya prömiyerini yaptığı vurmalı piyano, vurmalı çalgılar ve koro için ‘Çanlar’ kantatını ilk defa dinlediğimde, başlangıçta notalara hakim olan yaşam sevinci ve coşku ikliminin giderek karabasana dönüştüğü günleri duyumsamıştım. Aynı zamanda zalim buyurganların vermiş olduğu kederin zaman zaman bizi nasıl da gerçekliğin dışına savurduğunu keşfetmiştim. Kesif bir karanlıkta feryadlarımızın birleştiği o ara noktada öylece kalakalıyorduk. Evvelki gece sosyal medya yasası jet hızıyla Meclisten geçerken aklıma ilkin Fazıl’ın ‘Çanlar’ının gelmesinin bir anlamı olmalı!

Biraz da zihnimde kalan ezgi Fazıl’ı ilk nerede gördüğümle birleşiyor. Çünkü anlar geliyor aklıma. Pavesse der ya… Geçmişi değil, anları hatırlarız diye. Yine ülkede alacalı zamanlar. 90’lı yılların başı olmalı. ABC Kitabevini Ahmet Amca (Say) işletiyor. Ankara’da okuyan yazan herkesin sık uğrak yer ABC Kitabevi. Hatta Perşembe söyleşilerinde yalnız edebiyatçılar değil farklı sanat disiplinlerinden isimler buluşuyor. Ahmet Amcalar, aile dostumuz. Sık sık Fazıl’ın adı geçiyor. Fazıl, o sırada Almanya’da, bir ailenin yanında kalıyor. Fotoğraflarını gösteriyorlar. Bir Ankara’ya geldiğinde ise babamla şiir ve müzik üzerine derin bir sohbetteler… Küçüğüm henüz. Ya da o yıllarda yaş farkı kocaman gelir insana. Fazıl, Ahmet Amca’dan dolayı hem çok uzak hem çok yakın ağabey gibi.

Sivas sonrasında yaptığı Metin Altıok Oratoryosu’yla; Behçet Aysan, Metin Altıok ve Aziz Nesin’in şiirlerinden oluşan oda operası Ses’le, ayrıca iki şairin şiirlerinden yapmış olduğu bestelerle bir hat kuruldu aramızda. Ses’i ilk defa onun evinde dinlediğim anları unutmama imkân yok. Belki de hayatta verilmiş en güzel hediyeydi bana. Kederle sevincin bir sarkaç gibi gidip geldiği dakikalar.

Bu senenin başında Fazıl Say, Beethoven’ın 250’nci doğum yılı anısına onun sonsuz derinlikteki 32 sonatını yeniden yorumladı. Bu cümleyi yazmak ne kadar kolay. Oysa onun bütün sonatlarının içinden geçerek, müziğini duyumsayarak, çağlar arasında bir köprü işlevini görmek, zor olan. Dahası sonsuz derinlikteki ezgilerin içinden geçerken bambaşka bir dönemden bakmayı başarabilmek. Her anında, Beethoven’ın yaratılarıyla bütünleşebilmek. Bitmedi! Akademik anlamda da bundan sonraki nesillere, 21’inci yy’dan bir selam çakmak. İşte bunu yapmış Fazıl Say.

Peter Ustiov’un ‘Onuncu Senfoni’ diye çok sevdiğim bir oyunu vardır. Bir müzik eleştirmeni ile opera sanatçısının evinde geçer. Kapı çalar, iki yüz yıl sonra Beethoven eve dalar. Karnı açtır. Mutfağa gider, gelir, kulağı duymadığı için doktor çağrılır, bir kulaklık takılır, kendini iyi hissettiği için evden kaçar, Londra sokaklarında kaybolur, tekrar bulunur. Velhasıl, Beethoven tekrar kendi dönemine dönerken aslında deyim yerindeyse modası hiç geçmemiş ezgilerin yaratıcısı olduğunu bir kere daha gösterir bize.

Fazıl Say’ın yorumunda Beethoven’ın yaratıcı gücünü bir kere daha yine Fazılca ve dehaca kullanmasına şahit olurken adeta Beethoven’ın Ustinov’un oyunundan fırlamış gibi yanıma oturduğu sanrısına kapılıyorum.

Dahası Fazıl Say’ın Beethoven Piyano Sonatları projesi Opus Klassık 2020 Ödüllerinde iki kategoride aday gösterilmiş. Ahlaksız ticaretin, ilkesiz siyasetin, niteliksiz eğitimin, emeksiz zenginliğin, vicdansız hazzın, insaniyetsiz bilimin, gösterişe dayalı ibadetin, kanunsuz adaletin olduğu yerde insanlar duyarsızlaşır. Kibir ve kıskançlık en kullanışlı sözcükler halini alır. Böyle bir dönemden sanat adamları da payını alır. Başarıyı hakir görmek sıradanlaşır.

Oysa Fazıl, çok önemli bir ödüle aday. İnsan sevinmez mi? Daha ne olsun?