Dünya çapında insana ve insanlığın evrensel değerlerine karşı sistematik baskının ve zulmün sürdüğü günlerden geçiyoruz.

25 Mayıs 2020 bu günlerden ne ilki ne sonuncusuydu.

O gün Minneapolis’te görevli polis memuru Derek Chauvin, elleri arkadan bağlanmış ve savunmasız siyah adamı asfalta yatırdı. Diziyle George Floyd isimli siyah adamın boynuna çöktü.

Beyaz polis elleri cebinde, gayet rahat ve pişkin bir şekilde, siyah adamı boğulana kadar diziyle yerde yatan siyah adımı nefessiz bıraktı. “Nefes alamıyorum” çığlığına kulak asmadan onu boğarak ve devlet adına öldürdü.

Irkçılık, nefret ve toplumsal kutuplaştırma adına öldürülenler gibi..

Beyaz polis, elleri bağlanmış Afro-Amerikan George Floyd’u öldürürken, yanındaki diğer üç beyaz polis bu insanlık ve hukuk dışı cinayeti izlemişti. Sivas Madımak otelinde 33 insanın diri diri yakılışını izledikleri gibi..

Görev tanımlarında halkın “can ve mal varlığını korumak” yazıyordu. Ama polis, insanı korumak yerine öldürmeyi ve savunmasız siyah insanın ölümünü durup izlediler.

Bu ne ABD, ne yeryüzü için tekil sayabileceğimiz ferdi bir olay da değildi. Küreselleşen sadece sermaye, gericilik, zulüm değildi. Kapitalizm ve siyasi iktidarlar kendi yarattıkları krize karşı, ırkçılığı ve ötekine karşı ırkçılığı ve nefret söylemini de küreselleştiriyordu.

Sadece Amerika Birleşik Devletleri'nde her yıl binden fazla kişi polis şiddetinden hayatını kaybediyor.

Irkçılık, kurbanlarını savunmasız, yoksul, farklı kimliklerden seçiyor. Bunlar da genellikle siyahlar, göçmenler, yoksullar, yani ötekiler oluyor.

Devletin ideolojik aygıtlarının “değersiz” ve “öteki” kıldığı bu kesimlere yönelik ırkçı, ayrımcı, yabancı düşmanı, nefret dili makro politik söylemin tercihi olunca, devletin şiddet aygıtları ve onların sivil uzantıları da bu söylemden aldıkları cesaretle kurbanlarını ötekileştirilen insanlardan seçiyor.

Yıllardır küresel ölçekte süregelen ekonomik ve sosyal kriz, Covid-19 ile daha da görünür olunca, ABD’de zaten yaşanmakta olan sağlık ve ekonomik kriz nedeniyle gergin olan halkın nefes alamaz hale getirmişti.

Sağlık, sosyal ve ekonomik alanda yaşanan krizlerin yarattığı tahribatlarla zaten nefes alamaz halen gelen halk, bu kez "nefes alamıyorum, nefes alamıyorum!” diyerek, polis tarafından öldürülen George Floyd'un umutsuz sözleriyle, küresel ölçekte halk bir kez daha, ırkçılığa ve nefret söylemine karşı irkildi. Sokak ırkçılık karşısında vicdanların, adaletin ve insan haklarının sözünü haykırmaya başladı.

Kendilerini halen çağın modern köleleri, Trump iktidarını ise köle sahibi gibi davranan zihniyetin temsilcisi olarak görüyorlardı. Halkın nefesin kesmeye yönelik süregelen sistematik ırkçılığın ve siyahlara karşı “Beyaz Saray” tarafından beslendiği daha da görünür oluyordu.

Trump’ın Beyaz Saray üzerinde kendi halkına karşı devletin şiddet araçlarını devreye sokması, askerin sokağa çıkarması ve mağdurlara karşı savaş ilan etmesi karşında, “nefes alamıyorum” ABD halklarının ve ırkçılık karşıtı hareketin siyasi sloganı haline geldi.

Trump’ın artan tepkileri karşısında, sokakta adalet arayan demokratik tepkiye, güvenlik güçlerini, biber gazı ve ses bombası kullandı. Her otoriter rejimlerin değişmez klasiği olan, kutsal kitaplara sığındı ve Saint John Kilisesi önünde İncil'i tutarak kameralara poz verdi.

İncil’i havaya kaldırıp, insan hakları hukuk metinleri yerine, “Bu ülkeyi her zaman güvende tutacağız” diyerek, dincilik yaptı. Afrikalı kölelerin torunlarının temel insan haklarını reddetti. Beyaz olmayanın düşmanlaştırılması ve dışlanmasını sürdürdü.

Covid-19 salgının bile, özellike ABD’de , her alanda ayrımcılığa, dışlanmaya maruz kalan ve kamusal hizmetlerden eşit yararlanamayan siyah nüfusu, beyaz nüfusa oranla iki kat öldürmesi tesadüf değildi. Çünkü onlar en ucuz iş gücüydü, temizlik işlerinde, süpermarketlerde kasada çalışmak zorundaydılar. Küçük evlerde kalabalık nüfus birlikte yaşamak zorunda kalıp, hava kalitesi düşük olan varoşlarda yaşamak zorunda bırakılmışlardı. Eşit ve erişebilir sağlık, barınma ve beslenme hakkına sahip değildirler.

Elinde İncil’li Papaz Trump; "Amerika her zaman kazanacak” diye bağırırken, ırkçılık, ayrımcılık, dışlama ve nefret söylemiyle, ABD’de siyahlar, ötekiler, yoksullar, kimsesizler, işsizler, özgürlük, demokrasi ve insan hakları kaybediyordu.

Zira ırkçılık ideolojisi sermayenin ve iktidarın lehine kazanmak iken, halkın kaybetmesiydi. Artık halk küresel ölçekte, bir daha kaybetmemek için, ırkçılığa karşı mücadelenin sınıfsal ve insani bir sorumluluk bilinciyle hareket ediyor.

Irkçılığa karşı en etkili yolun, farklı ama birlikte, eşit haklarla, eşit koşullarda, barış içinde birarada yaşamı savunmak olduğunun, aklımıza, kalbimize, vicdanımıza, sözlerimize ve gündelik hayatımızın ilişkilerine görünür şekilde yazılmasından ve anlatılmasından geçiyor.