Türkiye emek sömürüsünün giderek arttığı bir sürecin içinden geçiyor. Çalışma koşullarının son derece kötü, elde edilen gelirin yaşam maliyetlerini karşılamaktan çok uzak olduğu bu süreçte, işçi sınıfının karşı karşıya kaldığı en büyük sorunlardan biri örgütsüzlüktür. Geçtiğimiz günlerde Trendyol işçilerinin gözaltına alınırken attıkları “İşçiler kimsesiz” sloganı bir gerçekliği ortaya koymaktan çok tarihsel olarak bir sorumluluğa işaret etmektedir. İşçi sınıfının oluşumu tam da bu kimsesizlik algısında kendini gösterir. 19. yüzyılda endüstri devrimiyle birlikte, kentlere yığılan ve çok ağır koşullarda, iş güvencesiz, sağlık ve emeklilik hakkı olmadan çalışan işçiler beklentilerini kendilerine sahip çıkacak bir aktör üzerinden tanımlamamışlardır. Kendi sorunlarını dayanışma ve somut mücadeleleri üzerinden aşmaya çalışmışlardır.

Bu bağlamda işçi sınıfının varoluşu onun kimsesizlik algısından, birbirine sahip çıkarak çıkışının tarihidir. Bu çıkışın birtakım araçları vardır. İşçiler öncelikli olarak hem üretim hem toplumsal yeniden üretim alanında kendi sorunlarını aşabilecekleri örgütsel yapıları inşa etmişlerdir. Kooperatifler, sendikalar, dernekler ve kulüpler, dayanışma temelinde şekillenen yeni hayatın unsurlarıdır.

∗∗∗

Günümüzde, Türkiye açısından sendikal örgütlenmenin büyük oranda akamete uğratıldığı, sendikaların belirli sektörler haricinde etkin politikalar üretemediği, ana gövdesini bürokratik sarı sendikaların oluşturduğu bir yapı söz konusudur. Bu yapı, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin ürünü olan bir hukuk sisteminin çizdiği yasal sınırların içine hapsedilmiştir.

Bu bağlamda mesele işçilerin kimsesizliği değil, işçilerin sorunlarının sahipsizliğidir. Sendikal hareketin ve siyasal yapıların etkisizliği bu alanda kendisini göstermektedir. Bunun nedenlerinden biri sosyalist hareketin, işçi sınıfının geniş kesimleriyle yeterince bağ kuramamasıdır.

∗∗∗

Tarihsel olarak işçi sınıfının dayanışma temelinde kurduğu örgütsel ağların nihai sonucu sınıf temelinde siyasallaşmış partileridir.  Türkiye son 30-40 yıldır büyük bir dönüşüm yaşamaktadır, işçi sınıfının nicel ağırlığı giderek artmaktadır. Ücretli kesimlerin istihdam içindeki payının yüzde 70’lerin üzerine çıktığı somut bir gerçektir. Dolayısıyla sınıf temelinde ortaya konulan siyasal taleplerin eskiye göre çok daha fazla karşılığı bulunmaktadır.

Ancak günümüzde siyaset, merkezi boyutta sürdürülen bir ajitasyon faaliyeti haline gelmiştir. Merkezi düzeyde üretilen sözün kitleler içinde örgütlenmesi es geçilmektedir. Dayanışma faaliyetleri büyük oranda sosyal medya mecrasına sıkışmıştır. Gelip geçiciliğin hâkim olduğu dönemin ruhuna uygun bir biçimde, hızla popülerleşen ama aynı hızla kaybolup giden eylemlikler kalıcı bir kazanım sunmamaktadır.

Türkiye özelinde sınıf temelli siyasal yapıların faaliyet alanları, işçilerin temel taleplerinden daha çok kültürel ve kimliksel taleplere odaklanmaktadır.

Sonuç olarak işçi sınıfının, kalıcı ve ısrarlı, gücünü kendi örgütlülüğünden alan örgütsel bir seferberliğe ihtiyacı vardır. Bu anlamda “işçi sınıfı kimsesiz” sloganı bir gerçeği değil, bir çaresizliğe işaret etmektedir. Dolayısıyla işçi sınıfının sorunu kimsesizliği değil, örgütsüzlüğüdür. Trendyol işçisinin çığlığı bu örgütsüzlüğü kırmanın zorunluluğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Bu çığlığa suskun kalmayalım.