İstatistiklerin kıskacında sendikalar

Sendika istatistikleri 31.08.2023 tarihinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından yayınlandı. Bu istatistiklere göre 16 milyon 413 bin işçiden sadece 2 milyon 424 bini, yani yüzde 14,8’i sendikalı. Bakanlığın Ocak 2023 istatistiklerine dayandırdığı bir çalışma, sendikalı işçilerin yarıdan fazlasını kamuda çalışan işçilerin oluşturduğunu gösteriyor. Bu işçilerin önemli bir kısmını belediyelerde ve sağlık sektöründe, düne kadar sendikal hakkı bile tartıştırılan, sonrasında, “kadroya” geçirilen taşeron işçileri oluşturuyor. Toplamda kamu sektöründeki işçilerin önemli bir kısmı (yaklaşık dörtte üçü) sendikalı. Bu sendikalar içinde iki sendika dikkati çekiyor. Bunlardan birincisi 214 bin üye ile Öz Sağlık-İş sendikası. Öz Sağlık-İş 2014 yılı temmuz ayı istatistiklerinde 2 bin civarı üyeyle ilk defa göründü. Bugün geldiği nokta gerçekten dikkat çekici. Diğer önemli sendika ise Hizmet-İş sendikası. Hizmet-İş sendikası iktidara yakınlığı ile bilinen ancak Öz Sağlık-İş’e göre çok daha köklü bir sendika. O da hızlı bir gelişim göstererek Türkiye’nin en büyük sendikası haline geldi. Yani kamu emekçileri alanında Memur-Sen’in yükselişinin işçi alanında da bir izdüşümü var.  

Dolayısıyla Türkiye’de sendikacılığın ana gövdesi, ağırlıkla kamuda ve belediyelerde, çoğunlukla iktidara yakın sendikalarda, iktidar tarafından şekillendirilmiş durumda. Özel sektörde ise örgütlülük yüzde 7 seviyesinde. Toplu sözleşme kapsamındaki işçilerin oranı ise sadece yüzde 5. Buralarda da devletin, sermayenin tercihlerini esas aldığı görülüyor. Bu veriler bize şunu söylüyor: Türkiye’de sendikalar, yasalar ve yönetmeliklerle iktidarın kontrolü altındadır. Özel sektörde sendikal örgütlenme istisnai bir durumdur. 

Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun yayınladığı 2023 Küresel Haklar Endeksi’ne göre Türkiye, işçiler hakları açısından en kötü ülkeler arasında.  

Geçmişe bir yolculuk yapalım. Yıl 1980. Adalet Partisi uluslararası finans kuruluşlarının ve sermaye çevrelerinin beklentileri çerçevesinde 24 Ocak kararlarını hayata geçirmeye çalıştı. Ancak militanlaşan işçi hareketi karşısında, istediği sonucu alamadı. Söz konusu kararların hayata geçmesi 12 Eylül 1980 askerî darbesiyle mümkün oldu. Darbe sendikal düzeni yerle bir etti. İşçi sınıfının mücadelesi sonucunda elde ettiği kazanımlar, sendikal özgürlükler ortadan kaldırıldı. İşçi sınıfının bağımsız eyleminin mücadele örgütü DİSK tasfiye edilirken, sendikal faaliyetler ve toplu sözleşme düzeni askıya alındı ve çalışma hayatının yeni kuralları sermayenin beklentileri temelinde şekillendi.  

12 Eylül 1980 askerî darbesinin meyvesi, 1983 yılında çıkartılan 2821 ve 2822 sayılı yasalardır. Bu yasalarla güçlü sendikacılık adı altında, bürokratik ve vesayet temelli bir sendikacılığın inşası amaçlanmıştır. İşçi sınıfının 1960’larda yükselen ve 1970’lere damga vuran bağımsız eyleminin önü kesilmek istenmiştir. 

SENDİKAL YAPI 

12 Eylül sonrasında kurulan yeni sendikal yapı, 12 Eylül ürünü yasaları verili bir durum olarak kabul etmiştir. Oysa 1963 yılındaki 274 ve 275 sayılı yasalar, işçilerin sadece sendika ve konfederasyon değil, aynı zamanda federasyon ve birlik kurmalarına da imkân tanımakta, bunların de sendikalar gibi toplu sözleşme yapabilmeleri fikrini benimsemektedir. Bu birlik ve federasyonları işçiler ile sınırlandırmamakta, kamu emekçileri ile ortak örgütlenme olanaklarına işaret etmektedir. Bu yasalarla sendikalar sadece kendi işkollarında değil aynı zamanda ilgili sektörlerde, ya da belli bir bölgede ortak örgütleri ile toplu sözleşme yapma talebinde bulunabilmektedir. Sendikalar toplu sözleşme yetkisini devletten değil, işçilerden almakta, işçilerden aldığı güç ile toplu sözleşme sürecini örgütlemekte, çözümsüzlük durumunda grev hakkını kullanmaktadır.  

1983 yıllında çıkartılan yasalar, sendikal hakların ayrılmaz bir parçası olan grev hakkını büyük oranda baltalamıştır. İşçilerin örgütlenme iradesine karşı devlet yetki kartını eline almıştır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından ocak ve temmuz ayında açıklanan istatistikler, sıradan belgeler değildir. Bu istatistikler evrensel bir hakkın, sendikal hak ve özgürlüklerin, kısıtlanmasının bir aracıdır.  

12 Eylül aslında güçlü sendikacılık derken, tam da özelleştirmelerin, kamu hizmetlerinin piyasaya açılmasının, taşeronlaşma ve atipik çalışma biçimlerinin yaygınlaşmasının arifesinde, işçi sınıfını sendikasızlaştırma ile bağımlı sendikacılık kıskacı arasına sürüklemiştir. İşçiler, mevcutta özgür iradeleriyle kurdukları sendikaların özneleri değil yetki prosedürleriyle şekillenmiş bir sendikal düzenin esiri olmuşlardır. Bu durum 12 Eylül ürünü olan 2821 ve 2822 sayılı yasaların ruhunu taşıyan ve 2012 yılında çıkartılan 6356 sayılı yasa ile varlığını sürdürmektedir.  

1980’li yıllara baktığımızda kayıtlı işgücünün hâlâ dörtte biri sendikalıdır. Kamuda kadrolu çalışma yaygındır. Bu olanaklar üzerinden sendikalar örgütsel yapılarını bir dönem daha sürdürebilmişlerdir. 1989 bahar eylemleri ile başlayan süreç, askerî darbenin yarattığı ekonomik kayıpların kısmen telafi edilmesini sağlamıştır ancak sendikal hakların yeniden kazanılması mümkün olmamıştır. Bu nedenle işçi sınıfını örgütlü yapısına esas darbe, yeni liberal özelleştirme politikalarının, özeleştirmelerin, kamu istihdamındaki parçalanmanın, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılmasının hayat geçirildiği 2000’li yıllarda olmuştur.  

Sonuç olarak, 12 Eylül ürünü olan sendikalardaki bürokratik, hantal yapı, sendikal örgütlenmenin aleyhine şekillenen gelişmelerin üstesinden gelememiş, süreç içinde iktidarın bir uzantısı haline gelmiştir. Bu süreçte ısrarlı çabaları ve geçmişten aldıkları güç ile fiilî meşru mücadelede ısrar eden sendikaların, yasal sınırları zorlayan tutumu, işçi sınıfının hâlâ soluk aldığı nefes borusudur. İşçi sınıfının ve kamu emekçilerinin ortak mücadelesi, sendikal mevzuatın yarattığı parçalanmayı aşacak bir perspektifle hareket etmelidir. Bu perspektif fiilî meşru mücadeleyi esas aldığı gibi, yasal mevzuatı dönüştürecek bir güce evrilmelidir. Bu güç işyeri temelinde yapılanmış, ancak sınırlarını sadece işyerleri sınırlı görmeyen, örgütlenmesini yaşam alanlarına da taşıyabilen, taban örgütlenmesine dayalı, demokratik bir yapılanmaya ihtiyaç duymaktadır.