“Çalışan Gazeteciler Günü” etkinliği kapsamında verdiğimiz bir konser için Afyonkarahisar’daydım birkaç gün önce. Aslında biraz itici değil mi “Çalışan Gazeteciler Günü”? Ben de yazdım Google hazretlerine, ‘Bugün ne zaman ve nerede kutlanmaya başlanmış?’ diye. Yanıt gecikmedi. 1962 yılından itibaren ve sadece Türkiye’de kutlanmış. Güzel… Ben devlet kademesinde bu özel günlerle ilgili yetkili biri olsam; ‘Dürüst Gazeteciler Günü’ derdim mesela. Burada önemli olan gazetecilerin nasıl ya da hangi saat dilimleri arasında çalışıp çalışmadığından ziyade topluma karşı yansızlığı ve gerçekleri sunması değil midir? “Çalışan Gazeteciler Günü”… Üç noktadan sonra üç de soru işareti koyalım buraya? Ya zaten çalışmadan, okumadan, araştırmadan gazeteci olunur mu? Kabaca ‘Gazeteciler Günü’ diyelim olsun bitsin. Zira öbür türlü dipsiz bir kuyuya düşeriz. Hapishanedeki Gazeteciler Günü, İşten Çıkartılan Gazeteciler Günü, İktidara Meftun Gazeteciler Günü, Halkla İlişkiler’ci Gazeteciler Günü…. Bitmez ki.

Nasıl kimin sanatçı olup olmadığına halk karar veriyorsa -öyle değil mi yoksa- aynı şekilde kim gazeteci, kim değil buna da okuyucular karar verir. Vermeli. Ayrıca bir insanın her hangi bir gazetede çalışıyor olması da onun gazeteci olduğu anlamına gelmez. Biz, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Musa Anter, Metin Göktepe’leri biliriz gazeteci olarak. (Hepsi de öldürüldü değil mi?)

Tabii bir de Engin Ardıç, Nagehan Alçı, Mehmet Barlas, Abdülkadir Selvi gibi isimler var; ama onların konumuzla alakası yok. Aslında şeker, tansiyon sorunu da hiç yaşamadım ama bu isimleri aynı cümle içinde görünce hatta bu cümleyi kurunca biraz sinirli oluyor insan idare edin.

KENDİMİ ANLATMA DERDİ

Ne diyordum; bu konserin ardından İzmir’e geçtim. İzmir’deki bir yayınevi BirGün’deki yazılarımı kitaplaştırmak istiyor. Benim için ne kadar onur verici bir şey anlatamam.

Yakınlarım bilir; evdeki kitaplarımın üzerinde ismimin yazılı olduğu bir mühür vardır. Bu hem okumaya meraklı dostlarımın kitaplarımı hacılamaması -yürütmemesi- için bir güvenlik önlemidir hem de bir kitabın üzerinde yazar olarak ne zaman adım yazacak sabırsızlığımın kısa ve kolay yoludur. Bana bazen sorarlar “Müzisyen olmasaydın ne olmak isterdin?” diye. Ben de “Yönetmen ya da yazar” derim genellikle.

Aslında bu soruya verdiğim cevap bir meslekten ziyade, bir “kendini anlatma” derdidir.

Bütün meslekler kutsaldır. Bu bir klişe değil gerçektir de benim için. Ama ben hep anlatma yolunu seçtim. Yazarak, çizerek, söyleyerek…

Belki de müziği seçmemdeki en önemli etken de iyi bir müzisyen olmamdan ziyade en kısa ve en etkili yoldan düşüncelerimi paylaşmak istememde yatar. Bunu sinema, edebiyat, tiyatro sağlayamazdı. Elimdeki en büyük güç müzikti. Zira diğer alanlar hem maliyet, hem süre, hem teknik açıdan bana istediğim özgürlüğü veremezdi. Müzik gerçekten de etkisi yedi notayla sınırlı olmayan, önüne geçilemeyecek bir büyük güç. Şemsiyeli, romantik bir bahar yağmurundan, şiddetli sağanağa, sele kadar uzanabilecek etkiye sahip. Bunu nasıl kullandığımız ya da kullanacağımız da bizim nasıl birer insan olduğumuzu belirliyor nihayetinde…

İyi insanlara selam olsun. Kalın sağlıcakla…