Türkiye’de eğer bir ‘devlet geleneği’ varsa o geleneğin başında zorla göç ettirmeler gelir. 100 yılı aşkın bir süredir hükümetler, sivil ve askeri bürokrasi marifetiyle ‘tehdit riski’ taşıyan nüfusu seyreltmenin çeşitli yöntemlerini buldu. Zorunlu göçler, göç edenlerin yerlerine yerleştirilenler derken coğrafyanın demografik özelliği kadar politik kimliği de değişti. Göç ettirme operasyonları kimi zaman kitabına uydurularak, kimi zaman doğrudan yerel güç odakları kullanılarak gerçekleştirildi. Her iki yönteme eş anlı başvurulan örnekler de var şüphesiz.

Gayrimüslimlerden Kürtlere

I. Dünya Savaşı sırasında iki büyük zorunlu göç hamlesi yapıldı; bunlardan ilki Batı Anadolu’daki Rumlara yönelikti; ikincisi ise 1915’te gerçekleşti hem de büyük bir kıyım/kırım operasyonuyla. İttihatçıların zihninde Müslüman bir Anadolu yaratmak vardı ve nüfus mühendisliği bu hedefe yönelik bir enstrüman niteliğindeydi. Devletin göç ettirme politikası cumhuriyet yıllarında da sürdü. Nüfus mübadelesini bir kenara bıraksak bile 1920’li yıllardan başlamak üzere çok sayıda ‘tehcir’ operasyonu yapıldı. Örneğin Suriye sınırında yaşayan Ermeniler informel yollardan (yıldırma, tehdit) sınırın öte tarafına göç ettirildi. Şeyh Sait isyanı sonrasında devletin hazırlattığı Islahat Raporları ise Kürtlerin göç ettirilmesi ve yerine Kafkaslardan ya da Balkanlardan gelen Müslümanların yerleştirilmesini ön görüyordu. Farklı tarihteki Islahat Raporları devletin amacına tam manasıyla ulaşamadığını gösterse de ‘strateji’ yerli yerindeydi. 1934’te İskan Kanunu esnasında tertiplenen Trakya olayları ise Musevilerin yaşadığı yerlerden koparılarak zorunlu bir biçimde İstanbul’a gitmelerini hedefliyordu. İstanbul bir çeşit ehlileştirilmiş temerküz kampı; kontrol merkeziydi. Benzer politikalar 1964’te olduğu gibi defalarca karşımıza çıktı. 90’larda ise köy boşaltmalarla birlikte yeni bir göç dalgası başladı. Devletin köy boşaltmalardaki hedefi, daha önceki örneklerden çok farklı değildi: Nüfusu seyrelterek bölgeyi güvenlikleştirmek!

Bugünlerde yeni bir zorla göç ettirme pratiği çatışmaların yoğun olarak sürdüğü mahallelerde yaşanıyor. PKK’nın savaşı kentlere taşıması ve devletin mahalleleri abluka altına alması sonucunda ilçe merkezlerinde dahi yaşamı sürdürmek imkânsız. Daha net söyleyelim 90’larda köyler insanızlaştırılıyordu şimdi ise şehirler! Çatışma bölgelerinde okullar, yurtlar çoktan karakola dönüştürüldü. TTB raporu aile sağlık merkezlerinin nasıl karakollaştırıldığını gösteriyor.

Acil kamulaştırma

Bakanlar Kurulunun 25 Ocak’ta özellikle Şırnak, Bingöl, Diyarbakır ve Mardin’de polis güvenlik noktası yapmak için Hazine adına acil kamulaştırma kararı alması bu doğrultuda atılan en son adım. Bu karar bize çatışmaların zaman zaman derinleşerek süreceğine dair ipucu veriyor. Ancak bunun da ötesinde gündelik yaşamı militarize eden yeni ‘güvenlikli alanların’ oluşturulacağını ve ‘temizlenmiş sahalarda’ nüfus mühendisliği yapılacağına işaret ediyor. Yeniden inşa edilecek alanlara kimlerin yerleştirileceği meçhul ancak gidenlerin dönmesi çok da mümkün olmayacak.

Karakol-Kalekol cumhuriyetinin sadece Güneydoğuyla sınırlı kalmayacağı, Batı’da özellikle ‘sakıncalı’ nüfusun (Alevilerin, Kürtlerin) yaşadığı mahallelerde de benzer yapıların kurulması yönünde adım atılacağı görülüyor. Böylesine sistemli bir yığınağın salt ‘asayiş’ adına yapılmadığını hesaba katmak şart. İktidar belli ki Haziran direnişlerine benzer olası bir eylemliliğinin önünü almak çabasında. Bunun da ötesinde Batı’da fiili olağanüstü hal tesis edecek bir yönetim tekniğini uygulaması ihtimal dışı değil. Provokasyonlar eşliğinde gelecek böylesi bir OHAL rejimi Başkanlık sistemi için meşruiyet yaratmadan pekâlâ kullanılabilir. O yüzden demokratik ilkeler temelinde, emekten yana ve özgürlükçü bir omurga etrafında mümkün olduğunca geniş bir toplumsallığı saracak birleşik bir kampanyaya ihtiyaç var. Başkanlığa salt “hayır” demenin ötesine geçecek ve sahici bir seçenek sunacak etkin bir kampanya örmek mecburiyetindeyiz.