Türkiye’deki siyaset ‘normal’ akışı içindeyken ve de işler hep olduğu gibiymiş zannı kalabalıklar tarafından paylaşılırken gizil faşizm memlekete çoktan çöreklenmiş olabilir mi?

Gizil faşizm, bayraklarla, bindirilmiş kıtalarla, kristal gecelerle gelmez. Toplumun en ikiyüzlü köşelerinde mayalanan gizil faşizm önce söylemsel alanı zehirleyerek işe başlar. Muktedir, tüm iletişim mecralarını kendi manifesto alanına dönüştürür. Hitabetini öfke ve düşmanlaştırma üzerine kurar; toplumun vasatının önyargılarını güncel meseleleri tartışırken arsızca kışkırtır ve sözel şiddeti muhalifini yalnızlaştırmak için kullanır. Her muhalif “vatan haini”, her itiraz eden “karanlık”, her sesini yükselten “milli birliğe ve bütünlüğe tehdittir.” Zira muktedir vatanı kendi bedenine, “milli çıkarı” partinin istikbaline, “hakikati” siyasi mühendisliğine endeksler.
Siyaseti önce sokaklardan silip atmanın yollarını arar. Bu amaçla devletin zor aygıtlarını ele geçirir, onları yeniden örgütler ve linç güruhlarını peyderpey sokağa salar. Kitleler, sokaklardan çekilince sıra siyasi partiler dışındaki politik örgütleri dağıtmaya gelir. Partiler varken siyasi başka bir oluşuma ihtiyaç yoktur; konuşmak isteyen “meclise gelmelidir! Ancak meclis öyle bir sahneye dönüştürülür ki orada muhalefetin manevra imkanı yok denecek kadar azdır. Sonrasında muhalefet partilerin tümden yok edilmesi için harekete geçilir.

Toplumda ise geniş yığınlar hızla nemelazımcı oluverir. Muktedirin takipçileri özgüven patlamasıyla muhalif olan herkese saldırırken nemelazımcılar suskunlukla muhbirlik arasında gidip gelirler. İşyerinde, apartmanda, okulda korku imparatorluğunun düşünme yoksunu köleleri yaşamın normalmiş gibi akmasından sorumludur sadece. Şaşırma duygusu yitirilmiş; hukuk güvencesi ortadan kalkmıştır; vatandaşlık hakları asgari düzeyde yalnızca modern kölelerin, imtiyazlar ise muktedir destekçilerinindir. Bir anda “düzgün” ve “steril” yaşamlar cehenneme döner; yakın dostlar sırt çevirir; kifayetsiz muhterisler ilk taşı atmak için sıraya girer. Artık gelecek korkusu değildir mevzubahis olan bugünden, birkaç saat sonradan korkmaktır.

Bizler bu gidişatın ilk emarelerini iki gün önce değil 2009’da Türkan Saylan hocanın evine sabaha karşı yapılan baskında görmüştük. Türkan hocanın ‘darbeci’ olduğunu kanıtlamak için sıraya girenler arasında iktidarın kalemşorları ve cemaatin ‘parlak’ çocukları vardı. MİT, henüz tam manasıyla iktidarın oyuncağı değildi ama sunduğu malzeme Saylan’ı kamuoyunda linç ettirecek kadar verimliydi! ÇYDD’den burs alan öğrenciler korkuyla yanıma gelip “hocam ne yapacağız, bizi memur da yapmazlar artık” diyordu. Korku bir kere almış başını gitmişti. Aynı operasyon sonrasında tüm muhaliflere farklı biçimde uygulandı. Sonunda Veli Küçükler, Perinçekler iadei itibarla “milli mutabakat” adına AKP’nin operasyonel gücü oldu; demokrat ve sol muhalifler ise yıpratılmaktan, yalnızlaştırılmaktan kurtulamadı.

Akademisyenlerin barış çağrısı üzerine başlatılan cadı avı bu zincirin son halkası. Bildiri içeriğinden bağımsız olarak ortaya çıkış şekli ve zamanlamasıyla iktidarı yerinden hoplatacak kadar ses çıkardı. Belli ki korku imparatorluğuna rağmen bu denli imzanın mevcudiyeti beklenmedik bir meydan okuma olarak algılanmıştı. Üniversiteler ve iktidar destekçileri bir anda akademisyenleri “terörist” ilan etmek için yarışa girdi. Akademisyenler susmadığı için “bedel” ödemeli ve bu da aleme ibret olmalıydı! Daha önce ‘darbeci’ diye resimleri yayınlanan isimlerin yerini imzacı akademisyenler almıştı. Mekanizma hemen hemen aynıydı sadece muhataplar değişmişti. Üstüne üstlük destek kuvvet olarak salyalı mafyaya, ‘hassas’ vatandaşa ve muhbir meslektaş-öğrenciye yol verilmişti.

Bildiri sonrasında tanık olunan şey, vatandaşlık haklarından mahrum bırakılıp yok edilmenin eşiğine gelmenin sadece askeri darbeler dönemine ait bir pratik olmadığıdır. Parlamento açıkken, muhalefet partileri meclisteyken, normal hukuk işlerken de gizil faşizm yaşamı ve siyaseti zapt edebilir. Birey önce hukuki kimliğini, sonra insanlık onurunu yitirir. Böylesine bir toplu imha ve yalnızlaştırma projesi sadece maruz kalanlara değil bu operasyona tanık olması istenenlere mesajdır. Haziran Hareketi bu gidişatı ilk gören ve cesurca söyleyendir; o yüzden faşizme karşı Haziran’a omuz vermek tek kurtuluş yolumuzdur.