Hava ayaz da olsa kışın son ayındayız. Sonra bahar gelecek. Bu kez, nasıl geleceği hatta gelip gelmeyeceği bile belirsiz bir baharın öncesindeyiz. Olup bitenler kar altında bahara...

Hava ayaz da olsa kışın son ayındayız. Sonra bahar gelecek. Bu kez, nasıl geleceği hatta gelip gelmeyeceği bile belirsiz bir baharın öncesindeyiz. Olup bitenler kar altında bahara hazırlanan toprağın kıpırtısına benziyor.

Kar altında kimin, kimin koynuna girerek baharı beklediği, eriyen karlardan nasıl bir baharın uyanacağı merak konusu. Kış öncesi ayrı gibi duranların kar altında ne yaptıkları, kimin kiminle çiftleşip çoğalma yoluna gittiği anlaşılmıyor. Kıpırtılar, oynaşmalar, kur yapmalar ya da reddedişlerin, terklerin ve hayal kırıklıklarının izleri görülüyor sadece.

Bahar gelecek mutlak, ama güleryüz, coşku ve neşe getireceğini ummak pek olası değil. Biz kardelenlerde bulmuştuk kendi boynu-büküklüğümüzü, onlara öykünmek güç vermişti kar altında. Tohumlarımız ve köklerimizin, budansa da dallarımız kırılsa da gövdemiz, bizi baharda yine ve yeniden fışkırtacağını kabul etmek güç vermişti. Kaç bahar böyle çıkardık sürgünlerimizi kar altından, bir umut büyümek için, bir umudu büyütmek için, yılmadan, bıkmadan çıkardık kafamızı.

Olmadı, her bahar uzattığımız filizlerimiz ezildi; hep kardelen başlayıp kan çiçeğine döndük.

Tohumlarımız her kırılmada biraz daha azaldı, köklerimiz biraz daha zayıflayıp seyreldi. Cılızlaşıp daha bi derine, diplere doğru, toprağın kuytularına saklanmak, gizlenmek; yaraları sarmak için değil de bir daha baharı görmemek üzere, baharda dirilmekten vazgeçer gibi, toprak besleyici bir ana koynu değil de mezarımızmışçasına gömülür olduk.

İlahi seslerine karışan postal vuruşlarıyla onlar da karla kaplanmışlardı. Ayazda kimse kış uykusuna yatmadı bu kez. Karı bir yorgan gibi üzerine çekenler karanlıkta birbirlerini yoklamaya, tanımaya, hatta elleşip oynaşmaya başladılar. Kimin kiminle çiftleştiği belli değil ama çıkan seslere bakılırsa bu bahar beklenmeyen evliliklerden yeni çocuklar doğacak. Karın altında yeni ailelere kurulmuyor ama, tersine bir türlü anlaşamayan akrabalar arasındaki sorunlar çözülüp tekrar büyük aileye dönülüyor gibi.

Büyük aile, ilahi çağrının buyruğuna karşı gelemiyor. Gelemez de zaten. Zenginliğin uyruğuna girmenin cazibesine karşı konulamaz. Dağıtım ne kadar sadaka gibi olursa o denli kutsallaştırır egemeni. "Üç tarzı siyaset" bütünleşip aslına dönüyor. Küresel kapitalizm imparatorluklar çağıdır ya, 'Küçük Asya'nın büyük imparatorluk düşüne geri dönülüyor.

Bu kışın karasında üç haber olan bitenin trajik özeti gibidir. İlkin Davutpaşa'daki patlamada ölen sigortasız işçiler; ikincileyin Adana'da polisin dağıttığı muzlarla biten 'Kürt' eylemi ve son olarak da MHP önünden dayak yemekten zor kurtularak kaçabilen emekli askerler. Bu üç haber aynı sürecin bileşenleridir. En büyük çaresizlik açların yaşadığı çaresizliktir. En kutsal olan...

Bu üç haber Türkiye'yi nasıl bir baharın beklediğini gösteriyor. Türkiye'nin baharının "Müslüman Türklerin" imparatorluk hayaliyle geçeceği görünüyor. Hayal mi, gerçekleşir mi, ne fark eder? İlahilerin ya da postalların birbirleriyle uzlaşmaz olduğunu sananların aymazlığının önemi var mı? Mesele kırk katır mı kırk satır mı sorusunun yanıtını seçmek değil ki. Kırk satırlı kırk katırın üzerinde geliyor, seçim yapmak söz konusu değil.

Peki kardelen olmaya uğraşmalı mı? Kan çiçeğine döneceğini bile bile. Yoksa toprağın iyice derinliklerine çekilip, her bahar çıkmaya çalışıp kırılmaktansa uzun uykulara mı yatmalı. Uzun uykularda, derinlerde güçlenmeyi umarak beklemek mi geleceği. Toprağın üzerinde süren, onu çürüten, kıraçlaştıran kavganın dışında kalıp, birbirlerini kırmalarını, kurutup tüketecekleri toprağın onların çürük artıklarından yeniden besleyici olacağı zamanları mı beklemeli.

Hiç doğmamak da var beklerken. Beklemeyip doğarken kırılmak da var. Beklerken zehirlerinde boğulmak da var.