Türkiye, gerçekliğin kaybolduğu bir bilgi fırtınasının altında boğuluyor. Aynı olay gazetelerden televizyonlara, internet haber sitelerinden

Türkiye, gerçekliğin kaybolduğu bir bilgi fırtınasının altında boğuluyor. Aynı olay gazetelerden televizyonlara, internet haber sitelerinden bloglara kadar her tür bilgi/ haber iletici mecrada birbirine taban tabana zıt biçimde sunuluyor.
Birinin doğru dediğine diğerinin yalan, birinin komplo dediğine diğerinin provokasyon demesinin anlaşılır bir yanı var. Sahte mi gerçek mi, orijinal mi eklemeli mi sorularının yanıtı hangi tarafta olunduğuna göre veriliyor.
Evet, tabi ki toplum bölünmüş, kutuplaşmış durumda ve kutuplar arası güvensizlik had safhada. Bu kutuplaşma da tarafların karşıtınca söylenenin yalan olduğu ön kabülüne de neden oluyor.
Ama daha önemlisi tarafların karşıtlarını kendilerinin yok edicisi olarak görmeleri. Bu dile de olduğu gibi yansıyor. Herkes durmadan Türkiye’nin değiştiğini artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ve bu değişimin sonucunda karşıtının yok olacağını söylüyor.
Bu yok edici söylem bilgi bombardımanı altındakileri sürekli bir varkalım kaygısı altında bunaltarak kendisine yakın olduğunu düşündüğü tarafta kümelendiriyor. Asıl fanatikleşme de bu yolla yoğunlaşıyor.
Bir tarafın haber aracında yer alan bilgiyi gören hemen kendi tarafında o haberin nasıl verildiğine bakıyor. Karşı taraftan gelen bilgiye kesin inançsızlık kendi tarafının söylediğine körü körüne inançla birleşiyor.
Aslında bu sürecin toplam çıktısı tehdit altında olma hissinin güçlenmesinden başka bir işe yaramıyor. Bu ne demek? İnsan bir yandan kendisini yok etmek isteyen bir düşmanın varlığına inanırken aynı zamanda varkalmak için bir tarafta olması gerektiğine de inanırsa kendi tarafına karşı da içten içe bir güvensizlik hissi yaşantılamaya başlar. Varkalımını başkasına bağlayanın ikircikliğidir bu hal.
Ben sana inanıp, bel bağlamış durumdayım ve bu yolla hayatta kalacağıma inandırıyorsun beni. Peki ama ya sen yanlışsan! Ya sensen beni kandıran!
Bir yandan artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak derken diğer yandan karşı tarafın yalancı olduğunu söyleyenin kendi tarafında olanların gözündeki gerçekliği de belirsizleşmeye başlar. Bir yandan inanırken diğer yandan ikircikli bir şüpheye engel olamaz insan. Ya yalana inanıyorsam kuşkusu istese de istemese de farkında olsa da olmasa da içini kemirir durur.
Bu karmaşanın temel nedeni inancın edilgenleştirici yapısıdır. İnsan aktif olarak inanmaz. İnanç edilgen bir kabule dayalıdır.
Bu ilişkiyi Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Tıp Eğitimiyle uğraşan Doç. Dr. Gülşah Seydaoğlu’nun başka bir bağlamda yürüttüğü son çalışması çok net bir şekilde aydınlatıyor. Seydaoğlu, tıp eğitimi alan öğrencilerin katıldıkları dersler, hasta başı eğitimleri ve küçük grup çalışmalarıyla ilgili eğitim sonu yorumlarını dilin yapısı üzerinden çözümlemiş. Eğer öğrenci katıldığı eğitimle ilgili yorumunu  birinci tekil şahıs cümlesiyle ifade ediyorsa eğitime katılımının etken olduğu, kendisini öğrenme sürecinin öznesi olarak hissettiği anlaşılıyor. Bu durumda öğrenci, anladım, anlamadım, öğrendim, yapabildim gibi ifadeler kullanıyor. Eğer eğitime etken katılımı sağlanmadıysa cümleler anlatılmadı, öğretilmedi, gösterilmedi gibi edilgen kalıpla kuruluyor.
Türkiye’yi değiştirmeye çalışan taraflar toplumu edilgen kalıpla bilgi alıcısı haline getirmeye çabalıyorlar. İnsanlar da olaylara, O öyle söyledi, yazdı, yorumladı diye bakıyorlar. Bu edilgenlik, bombardıman edilen bilgilerin içselleştirilmemesine neden oluyor. Bu da bilgi değil inanç üzerinden gruplaşmaya ve anlama çabasına yol açıyor.
İnanç edilgen bir fanatiğe dönüştüren ama gerçekte insanı değiştirmeyen bir duygudur, bilgi değildir. Ve her fanatiğin tıpkı futbolda olduğu gibi hayal kırıklığına tahammülü yoktur. Bu gün omuzlarına alıp taşıdığına yarın yerde sürüklenirken en sert tekmeyi en çok inanan vurur.