1980’li yıllarda şehir merkezlerine yaklaşırken dikkat çeken hususlardan birisi, çeşitli reklam tabelalarının görünmeye başlamasıydı. Genellikle merkeze beş-on kilometre kala şehrin otelleri, lokantaları ve bazı işyerlerine ait bu tabelalar, şehre varmak üzere olduğumuzu haber verirdi. Orta ölçekli şehirlerde bu tabelaların hepsini, geçerken okumak mümkündü.

Zaman içerisinde bu tabelaların sayısı ve türlerinde değişimler meydana geldi. 1990’lı yıllara geldiğimizde artık şehir girişlerindeki tabelaları geçerken okumak kolay değildi, zira sayıları çok artmıştı. Fakat asıl değişiklik tabelaların türlerindeydi ve büyük bölümü satışa çıkarılan arsa, tarla ve emlak şirketleriyle ilgiliydi. “Sahibinden satılık tarla”, “imarlı arazi’, “imarlı ve ifrazlı arsa” gibi tabelalarda adeta patlama olmuştu.

Bu arsalar-araziler, normal koşullarda kent merkezlerinde bir daire alma ihtimali zor olan bazı aileleri-bireyleri, birden onlarca dairenin sahibi haline getirmişti. Çünkü tarımsal üretim yaptıkları tarlaları ‘imara’ açılmıştı. Tarlaların imara açılması, sadece eski ve yeni sahiplerini değil, müteahhitleri de hızlıca zenginleştirmişti. Emlakçıların ifadesiyle ‘toprak en büyük yatırım aracıydı’ ve daha alım-satım anında ‘kazanç’ başlıyordu. Ortalığın ‘toprak zenginleri’ ile dolduğu bir dönemdi.

∗∗∗

Belediyelerin İmar Müdürlüklerinde çalışmak da o yıllardan beri, en prestijli işlerden birisi haline gelmişti. Çünkü bahse konu arazilerin inşaat alanına dönüşmesini sağlayan çalışmalar orada yapılıyordu. Şehirler bu uygulamalarla çevrelerine doğru hızla gelişiyor; ülkenin kentsel mekanı, dünyada örneği olmayacak bir hızla büyüyordu. Kentlerin etrafını çeviren ormanlık alanların kemirilir gibi inşaat alanına dönüşmesi de yine o talan ortamında başlamıştı. O kadar ki bazı kentlerin nüfusu, ortalama artış hızını kat kat aşmıştı.

Tarımsal alanları imara açarak ‘zenginler’ üreten o eğilim, 2000’li yıllarda yeni bir aşamaya evrildi. Vaktiyle Süleyman Demirel’in, Boğaz köprüsünün inşası için söylediği ‘bir kez tadı alınınca’ sözü, toprak rantı için daha fazla geçerliydi. Artık sadece tarlalar değil, sözcüğün gerçek anlamında kentsel mekan ‘yatırım nesnesi’ haline gelmişti. O günlerden beri şehir merkezlerinde de inşaata dönüşmemiş her neresi varsa ‘keşfedildi’ ve inşaata dönüştürüldü.

Bizdeki uygulamasıyla “kentsel dönüşüm” işte bu yeni dönemin ve ‘topraktan zenginleşme’ eğiliminin bir parçası olarak gündelik dilimize ve ilgili literatüre girdi. Elbette bu da önceki girişimler gibi topraktan zenginleşme idi ve onlardan çok daha fazla zenginlik imkanı sağlıyordu. Zira artık şehirlerin merkezleri de ‘dönüşecekti’.

2000’li yılların ilk dönemlerinde ‘kentsel dönüşüm’ politikasının görünür gerekçesi ‘kentlerin güzelleştirilmesi’ idi. Güzelliği bozan temel imge ise beklendiği gibi gecekondulardı. Zaten yıllardır adeta mutabakatla ‘çarpık kentleşmenin’ örneği olarak kodlanmışlardı. Ülke ve kent yöneticileri, birbirleriyle yarışırcasına gecekonduların kötülüğünü anlatmaya başlamışlardı. Tek parti iktidarında etkili bir muhalefet de olmayınca gecekondu mahalleleri hızla yıkıldı. Kentler güzelleşti mi, elbette hayır!

∗∗∗

Gecekondular kent mekanından büyük ölçüde gidince, dönüşüme yeni bir gerekçe olarak ‘deprem’ hatırlandı. Bu gerekçeye dayanılarak Belediyeler Yasası defalarca değiştirildi, TOKİ’ye olağanüstü yetkiler verilerek kentsel mekana daha büyük müdahaleler yapıldı. Yetmedi bir tür ‘yasal afet’ olan 6306 sayılı afet yasası çıkarıldı. Kentler mutlaka yıkılacaktı ve mülkiyet sahipleri de dahil kimsenin engel olması istenmiyordu. İşte bu ‘topraktan zenginleşme’ hevesinin son adımı Kentsel Dönüşüm Başkanlığının kurulması oldu.

Demokrasi geleneği olan ülkelerde konutunu yenilemesi gerekenlere kamu destek verir. Ama yenilemek mülkiyet sahibinin işidir. Türkiye’de ise kamu, ısrarla bu işi ben yapacağım diyor. Bu tuhaf durum yasalara saygılı ticari iş yapan firma sahiplerine, ‘sizi koruyacağız’ diyerek edilgenleştiren mafyatik grupları hatırlatıyor. Kabul ederseniz onları beslemek zorundasınız, etmezseniz mülkiyetiniz bile gidebilir. İki halde de kaybetme duygusu baskındır. ‘Kentsel Dönüşüm’e dair yeni yasal düzenlemenin ürettiği toplumsal duygu, tam olarak böyledir.