Bitmek bilmeyen bir kâbusun içinde debelendiğimizi hissedeli epey uzun bir süre oldu. Bunun en temel nedeni yaşadığımız sıkışmışlık duygusu ve yaygın umutsuzluk. Savaşın Türkiye coğrafyasına taşınması ve hedefi farklı olsa da üst üste yaşanan katliamlar yalnızca derin bir kayıtsızlık haline neden olmuyor iktidarın manipülatif alanını genişletiyor ve güvenlikçi-militarist politikalara örtük ya da açık bir destek devşiriyor. Tam da bu nedenle teröre karşı çıkarılan bildiriler, Ankara’daki son saldırı sonrasında da tanık olduğumuz gibi barış isteğiyle değil devletin yanında olunduğunu deklare eden cümlelerle noktalanıyor.

‘Suriye’ye girmek’

İktidarın savaş tehdidini sürekli kılması ve Suriye’ye yapılacak bir askeri operasyonu her an olabilecek bir hamle olarak kamuoyuna sunmasının taktiksel olarak Saray’a kazanımları kaybettirdiklerinden daha çok. Saray nihai sona yaklaşıldığında son kozunu Suriye’ye girmekten yana kullanabilir elbette. Saray’a bağlı yapıların böylesine bir provokasyonu tertipleyecek operasyonel gücü var. Fakat uluslararası dengeleri hiçe sayan ve büyük bir savaşı tetikleyecek böyle bir harekât ancak TSK’nın ikna edilmesiyle gerçekleşebilir ve görünen o ki TSK tek başına şimdilik bu tip bir maceraya karşı. Sınırda yapılan sevkler, 2. ordunun tüm manevraları, PYD saflarına gönderilen obüs mermileri, daha çok Suriye sınırını tahkim etmekten ve ordunun bölgedeki aktörlere mesaj verilmesini kabullenmesinden ibaret. TSK’nın önceliği PKK ile savaşta sınır içinde en az kayıpla üstünlüğü ele geçirmek ve çözüm sürecinde kaybettiğini mevzileri geri kazanmak.

Saray, Rusya’ya ve göçmen krizinde AB’ye çıkışarak iç kamuoyuna ‘güçlü liderlik’ ve ‘başkanlık’ mesajı veriyor. NATO, Türkiye yüzünden Rusya ile doğrudan karşı karşıya gelmek istemese de mevcut şartlar altında Erdoğan’a yönelik eleştirileri düşük düzeyde tutuyor; ABD Suriyeli Kürtleri kaybetmeden Türkiye’yi dizginlemeyi sürdürüyor. Öte yandan NATO içindeki Doğu Avrupa’ya üslerin taşınması önerisinin Rusya ile yeni bir krizi tetikleyip tetiklemeyeceği tartışılıyor bugünlerde. AB-NATO kesişim kümesinde göçmen akışını durdurmak için siyasi önlemlere askeri tedbirlerle destek çıkmak fikri revaçta. Türkiye göçmen krizini Batı’ya bir tehdit unsuru olarak kullanmaya devam ederek Suriye’de uçuşa yasak bölge ilan ettirmeyi zorlamaktan vazgeçmiyor. Halbuki, içeride Kürt savaşı, göçmen krizi, dışarıda tüm komşularıyla kavgalı bir Türkiye, bölgesel bir güç olması iddiasından çoktan uzaklaştı.

Muhalefeti ezmek

İktidar, uluslararası ölçekte yalnızlaştıkça sınırlar dahilinde baskıyı ölçüsüz bir biçimde arttırıyor. Daha önce muhalefete gözdağı vermek, korkutarak sindirmek, parçalayarak yalnızlaştırmak taktiklerini izleyen iktidar şimdilerde doğrudan imha stratejisi uyguluyor. Kamu personeli üzerinde yoğunlaşan saldırı, kamudaki istihdam politikasını değiştirmekle sınırlı değil; devletleşmenin son aşamasını tamamlama operasyonu. Spor kulüplerinden sivil toplum kuruluşlarına uzanan geniş yelpazede iktidarın hoşuna gitmeyecek en ufak hamle sert bir biçimde cezalandırılıyor. Saray, ‘başkanlık sistemine’ geçişi merkeze alan anayasa yapım sürecinin tıkanması durumunda erken seçim ihtimalini zorlamanın hesaplarını yapıyor. 1 Kasım öncesi taktiğin olası bir erken seçimde de işlevsel olacağından emin gibi.

Cerrattepe direnişi

Böyle bir ortamda yaklaşık 20 yıldır mayalanan ve mücadele birlikteliğiyle büyüyen Artvin direnişi tüm ülkeyi sarsan yeni bir aşamada. Doğa-özgürlük-emek ekseninde iktidarın ve onunla bütünleşik sermayenin saldırısına karşı direniş bayrağını yükseltiyor. Baskı ve kuşatma ne kadar yoğun olursa olsun umudun yok edilemeyeceğini gösteriyor. Yerel direnişlerin ülkenin kayıtsızlık batağına düşen milyonlarını harekete geçirme ve çığ gibi büyüme potansiyeli, anayasa komisyonundaki pazarlıktan çok daha güçlü. Bir şeyler değişecekse Artvin’den Soma’ya, Taksim’den Diyarbakır’a bu ablukaya inat yaşam alanlarını savunanların kolektif iradesiyle değişecek. Saray kulislerinde, emperyalistlerin sofralarında tezgahlanan oyun bozulacak.