Yaklaşık üç buçuk yıl önce yazılmış bir köşe yazısında sorulan şu soruyu hiç unutmuyorum: “Bir patron böyle bir fikir için bir yazara para ödemek zorunda mı?” Soru Mustafa Mutlu’nun Vatan gazetesindeki işine son verilmesi nedeniyle sorulmuştu. Yazının konusu -benim de yazılarından bir fayda görmediğim ama kovulunca da göbek atmadığım- Mustafa Mutlu değil, baştan söyleyeyim. İşte söz konusu yazar, Mustafa Mutlu’nun kovulmasını son derece doğru bulup onu bir çırpıda eski Türkiye bakiyesine genelliyor, (en uçtaki isimlerden genellemek hobisiydi) merkez medya üzerine kendince “şahane” teoriler üretiyordu. O gün bir yazarın kovulması üzerine coşkuyla yazan yazarın ismi geçen hafta Türkiye gazetesinde yazılarına son verilen Yıldıray Oğur’du. O günlerde Taraf macerasının “kullanışlı aptallık” şokunu yenice atlatmış, Türkiye gazetesinde yelkenlerini yine sonsuz özgüvenle doldurmuştu. Yıldıray Oğur’un özellikle Taraf döneminden kabarık bir “arşiv unutmaz” dosyası var ama bu haftaki Köşe Vuruşu’nda özellikle Türkiye gazetesindeki bu merkez medya yazısına değinmek istiyorum.

Motivasyon kazası

Oğur’un elmalarla armutları bir tutarak bir tasfiyeye alkış tuttuğu yazıda savunduğu fikirlerden biri şu: Gazeteler kâr etmez. Patronlar bu gazeteleri zaten kâr etmek için değil “çeşitli motivasyonlarla” (ihale filan kastediyor) kurar. Bu motivasyon tutmazsa patronun yazarı kovması doğaldır. Durum tespitinde haksız değil açıkçası. Medya dışı sermaye, medya alanında olduğu sürece bu böyle olacak. Derdi gerçekten gazetecilik olanlar için bu durum tespiti yapılıyorsa, mücadele edilecek bir şey olduğu için yapılır. Ancak Oğur’un o günlerde derdi o değildi. Zira patronuyla motivasyonu tutuyordu. Bugün görevine son verildiyse bunu bir basın özgürlüğü meselesi olarak değil “motivasyon” sorunu olarak ele alıyor olsa gerek.

Merkeze gel merkeze

Oğur’un söz konusu yazısının başlığı: “Merkez medya ‘merkez’e” şeklinde. Çünkü ona göre merkez medya ve patron değişmişti, eski Türkiye’de ‘bidon kafa’ diye aşağılanan halk artık gazete okuru olmuştu. Bu yeni durum “medya özgürlüğüne” darbe değildi. İşe metrobüsle gitmeyi göze alanlar için medya sonuna kadar özgürdü. Oğur, bugün özgürlükle ilgili aynı fikirde mi bilinmez ama o günlerde “işsiz kalan” tüm gazetecileri yüksek maaşlı holding gazetecisi diye genellemeye pek bayılırlardı. Bu köşede ve sokak eylemlerinde defalarca dikkat çektiğimiz “basın özgürlüğü” sorunu, isimli isimsiz bir sürü kişinin tasfiye edilmesi onlar için medyanın normalleşmesiydi. Çünkü kendileri özgürdü. Medyayı merkezlerine çekmişlerdi. Artık piyasayı olduğu gibi medyayı da Adam Smith’in “gizli el”i düzenliyordu.

İyi gazetecilik yapan kazandı mı?

Aslen bir operasyon gazetesi olduğu bugün çok daha net görülen Taraf macerasının bedelini kimileri ağır ödedi, ödüyor ama Yıldıray Oğur, işin o kısmından gerçekten iyi bir zamanlamayla sıyrılmıştı. İşte sıyrılış o sıyrılış, bu yazıya konu olan yazı gibi yazılar yazıyor, Taraf rezaletinin içinde yokmuş gibi ahaliye “iyi gazetecilik” öğretmeye hevesleniyordu. Nitekim eski düzene ait gördüğü gazetecilerin tasfiye edilmesini alkışladığı o yazıyı, “iyi gazetecilik kazansın” temennisiyle bitiriyordu.

Merkezde araç var mı?

Yıldıray Oğur’un coşkuyla alkışladığı yeni cici merkez medyası, o yazının üzerinden sadece üç buçuk yıl sonra onu da barındırmaz hale geldi. Artık Adam Smith’in “gizli el”i mi yamuk yaptı (Adam’a hiç yakıştıramadım) yoksa yanlış atlara mı oynandı onu tartışmayalım. Durum şu: O zamanlar merkez medya dedikleri şey ayan beyan dünyanın kendi etraflarında dönmesiydi. Yaşadıkları mutluluğun sarhoşluğuyla kendilerini merkeze koymuşlardı ama onlar, o “merkez” için sadece araçtı. Bugünse bir taksici anonsundaki yokluktan ibaretler: Merkezde araç yok arkadaşlar merkeze gelin. Panik yok, rahatlıkla motivasyon tutturabilen başka araçlar yerlerini dolduracak.