Muhalefeti kim kurtarabilir, Erdoğan’ı kim yenebilir?

Aylardır heyecan ve umutla beklenen Mayıs 2023 seçimleri, Türkiye’de iktidarı değiştirecek sonuçları doğuramadı. Erdoğan koltuğunu, Cumhur İttifakı da Meclis’teki gücünü muhafaza etti.

Ülke muhalefeti seçimlerin ardından muhasebe yapmaya başladı. Bir kanıya göre yanlış olan tek şey adaydı. Erdoğan’ın karşısına Kemal Kılıçdaroğlu yerine Ekrem İmamoğlu çıksaydı, seçim kazanılabilirdi. Kimilerine göre ise aday Mansur Yavaş olmalıydı. Hipotezler belki haklı, belki haksız; zamanı geri alıp aktörleri değiştirme şansımız olmadığına göre cevabı asla kesin olarak bilemeyeceğiz. Fakat şunu sorgulayabiliriz: Erdoğan’a yenilen sadece bir aday mıydı, yoksa bir siyaset anlayışı mıydı?

***

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turu öncesinde, muhalefet kamuoyunda iktidarın çok sessiz kaldığına, gidişatı değiştirmek için hiç çaba sarf etmediğine dönük bir düşünce vardı. Bu düşünce, muhalefetin seçimin favorisi olduğu ön kabulünden kaynaklanıyordu. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Erdoğan ikinci turda yüzde 52’yi aşan oy oranıyla seçimin kazananı oldu. Bu elbette net bir zafer olmaktan çok uzak, yine ucu ucuna ve 25 milyonun itirazına rağmen alınmış bir seçimdi. Onca yalana, iftiraya, manipülasyona ve eşitsiz şartlarda sürdürülen mücadeleye rağmen ülkenin yarısı Erdoğan rejimine diz çökmeyeceğini tescilledi.

Yine de ortada bir yenilgi olduğunu kabul etmek ve 21 yıldır yönettiği ülkeyi her alanda iflasa sürükleyen bir iktidarın nasıl alt edilemediği üzerine düşünmek gerekiyor. Bu elbette “ulvi bir kurtarıcı” aramanın veya siyasetin “süper kahramanlarına” bel bağlamanın konforundan uzaklaşmak demek.

Bunca dezavantajına rağmen iktidara kazandıran, yarattığı suni saflaşma oldu. Muhalefet, iktidarın sürekli kendisi hakkında konuşmasını bir yetersizlik gibi ele alsa da rejim inatla, kendi yönetiminde neler başaracağından çok, “düşman” bu ülkeyi yönetmeye başladığında “milletin” başına neler geleceği hikayesine yüklendi. Erdoğan, eğer kendi iktidarı düşerse terörün kazanacağını, huzurun bozulacağını, ülkenin yabancıların kontrolüne gireceğini, ailenin tehdit altında olacağını ve muhafazakârların kazanımlarının elden gideceğini anlattı. Milliyetçi-muhafazakar seçmeni bu korkular üzerinden konsolide etmeye çalıştı. Ekonomik sıkıntıların gelip geçici olduğunu, önemli olanın “tarihi ve manevi değerler” olduğunu söyledi. Neticede zirveye çıkardığı kutuplaştırma ikliminde son yıllarda olduğu gibi oy geçişkenliğini minimum düzeye indirmeyi başararak iktidarı yeniden armağan edecek seçmen desteğini yakaladı. Bu kutuplaştırma sayesinde AKP gemisinden kaçanlar muhalefete değil, Erdoğan’ın “devlet dostu” olarak kodladığı filikalara koştu. Erdoğan, muhalefet ile sağ taban arasına ördüğü büyük duvarlar sayesinde kendi tabanındaki çözülmeyi yine kendi arkasına dizdiği siyasi yapılarda biriktirerek seçimi galip bitirdi. Elbette kontrol ettiği devlet kaynaklarıyla alım gücü tükenen kesimlere dönük sunduğu “hediyeler” de rıza üretiminin önemli bir parçasıydı.

Rejimin planı karşısında muhalefet, başta ekonomik tablo olmak üzere ülkedeki ağır sorunların, seçmeni doğal şekilde iktidardan koparacağını varsaydı. Memleketin kötü yönetilmesinden kaynaklı oluşan yaşamsal memnuniyetsizliğin, doğrudan iktidara bir tepkiye dönüşeceğini ve bunun da sandığa değişim iradesi olarak yansıyacağını düşündü. Bu nedenle iktidarın terör üzerinden kurduğu söylemsel hücumlara, sürekli savunma çizgisinden yanıtlar üretildi. Toplumun önüne yeni ve yaratıcı bir gelecek vizyonu koymaktansa, var olan denklem içinde hakim pozisyona geçmek niyetiyle bir sağcılaşma stratejisi izlendi. Halka “seçimi bekleyin” dendi; miting meydanlarındaki yuhalamalar bile engellendi, kitlelere tepkilerini sandıkta göstermeleri salık verildi. Yüksek siyasetle sonuca ulaşılacağı, genel merkezler üzerinden kurulan ittifakların 21 yıllık devletleşmiş bir iktidarı yıkacağı, yurttaşı politikadan soyutlayan, toplumu siyasallaştırmaya yanaşmayan anlayışın zaferi getireceği sanıldı. Bu nedenle yoksullaşan, baskıdan bunalan, adaletsizliğe, çürümüşlüğe ve gericiliğe isyan eden, yani en basit ifadeyle yaşamının ve ülkesinin bu hale düşürülmesine razı olmayan milyonların tepkisinin, Türkiye’nin siyasal atmosferini belirleyecek bir güce dönüştürülmesi hedeflenmedi. İktidarın kurallarını, amacını ve zamansal akışını belirlediği bir oyunda, tarihsel ve kökü derinlerde olan korkuların, “Merkez Bankası’na bağımsızlık vereceğiz” gibi vaatlerle aşılacağı hesap edildi.

***

Yenilen bir adaydan çok, işte bu siyasi mücadele anlayışıdır. Halkı pasifleştiren, alanlara sırtını dönen, henüz seçimi kazanmadan koltukları paylaşmaya odaklanan muhalefet çizgisi kaybetti. Bu paradigmayı sorgulamadan arenaya hangi aday sürülürse sürülsün, iktidarın ürettiği iftira kampanyasında boğulmamak mucizedir. 21 yıllık bir düzenin karşısına yeni bir hegemonya perspektifi koymak yerine kutuplaştırıcı kimlik siyasetinin alanı içinde köşe kapmaca oynamaya devam ettikçe yeni mağlubiyetler kaçınılmaz olur.

Yarım asrı aşkın süredir halkın sistemli bir şekilde sağcılaştırılması stratejisine emek eksenli bir siyasi programla çomak sokmadan mevcut denklem değişmez ve iktidarı kazanmak hayalden öteye geçemez. Ülkeyi kurtaracak ve Erdoğan’ı yenecek özne de “kudretli kişiler” değil, hayatının dizginlerini eline alacak olan toplumun örgütlü gücü, kolektif ve demokratik mücadelesidir.

Bertold Brecht’in “Galileo’nun Yaşamı” oyununda, Andrea ile Galileo arasında bugünlere ışık tutacak bir diyalog vardır. Andrea, yakılmaktan kurtulmak için engizisyon mahkemesi önünde dünyanın döndüğünü yadsımak zorunda kalan Galileo’ya, “Kahramanları olmayan ülkeye yazıklar olsun!” diyerek sitem eder. Perde, Galileo’nun şu veciz ifadesiyle kapanır: “Hayır. Kahramanlara gerek duyan ülkeye yazıklar olsun!”