Google Play Store
App Store
N(e)tekim şapka artık başka kellede

Türkiye siyasi tarihini politik aktörler üzerinden analiz etmeye dair bir yönelimimiz var zira ülkenin kültürel kodları ve siyasetin yapılma biçimi, aktörleri ön plana çıkarıp onların ardındaki ilişkileri örten bir manipülasyonu besleyecek kadar kişi ve güç odaklı. Türkeş, Erbakan, Evren derken nihayet Demirel de öldü. Böylece memleketin 1960’lardan 1990’ların sonlarına kadar uzanan dönemine yön veren gelişmelerin cisimleştiği beden kalmadı. Bu dört isim –ki belki aralarına Özal’ı da eklemek gerekir- birbirlerinden farklı karakterlere ve kısmen farklı politik tercihlere sahip olsa da müesses siyasetin sürdürücüsü ve yürütücüsü olarak birçok ortak noktaya sahipti. Her şeyden evvel politik formasyonları ve kültürlenmeleri devletlû olma arzusu ve hırsı etrafında şekillenmişti. Arkalarına aldıkları güçle çıkarlarını savundukları kesimler adına toplumun emekçi, demokrat ve özgürlükçü politik aktörleri üzerinde uzun soluklu bir baskı ve yıldırma politikası izlediler. Öldüklerinde ise meşhur söze uygun biçimde “sırma saçlı”, “badem gözlü” oldular. Çünkü arkalarında bıraktıkları düzen şimdiki muktedirlerin kendi meşruiyetlerini devşirdikleri yegâne kaynak. Demirel’in 28 Şubat’ta ipini çektiği Milli Görüş kadrolarının takipçileri bugün onun için 3 günlük ulusal yas ilan edilmesinin mimarı ise Demirel yalnızca Demirel değildir demek!

“MİLLİ İRADE”, “BÜYÜK TÜRKİYE” VE DEMİREL
Demirel’in yıllara dayanaklı siyasi ikbali, Türk sağının hegemonik hale gelmesiyle koşuttur. Türkiye sağının payandalarını oluşturan sağ popülizm, pragmatizm, klientalizm, kalkınmacılık ve sol düşmanlığı Demirel’in kişiliğinde adeta bir paket haline gelmiştir. Demokrat Partinin (DP) mirasını sürdürme iddiasındaki Adalet Partisinin (AP) başına sürpriz bir biçimde geldikten sonra “milli irade” söylemini kendine bayrak yapan Demirel, Türk sağının sonraki yıllarda demokrasiyi sandığa eşitleyen ve çoğulculuğu dışlayan bir çoğunlukçuluğu şiar edinen siyaset yapma biçiminin temellerini attı. Asıl amacı AP’nin yelkenlerini DP’nin mirası ile şişirmekti. Ayrıca İslamköy’den çıkma bir mühendis olarak dikey mobilizasyonun şahikasıydı ve kendi öyküsü popülist söyleminin taşıyıcısı olmaya elverişliydi. Halk ile elitler (erken cumhuriyet seçkinleri) arasında kurduğu uzlaşmaz çelişkide kendini halkın temsilcisi olarak pazarlıyordu. “Milli irade” söylemi, orduyu doğrudan karşısına almadan popülizm yapmanın ve müesses bürokratik mekanizmalara direnmenin yöntemiydi. Ancak mevzubahis antikomünizm olduğunda Demirel askerle aynı saflarda durmayı bir kıvanç meselesi yapıyordu. Demirel’in demokratlıktan nasibini almadığı 12 Mart sürecindeki performansıyla kanıtlansa da o aynı oyunu oynamaktan hiç bıkmadı. Denizlerin idamı için havaya kalkan ellerden biriydi onunkisi. Fakat o bunu “Türk demokrasisi” için gerekli görüyordu; kararı “milli irade” vermişti!

1970’lerin ortalarından itibaren artık siyasi esnaflığını sağcı tetikçilikle birleştiren bir Demirel vardı karşımızda. Türkiye’de ithal ikameciliğin sınırlarına gelindiği bir konjonktürde emek örgütlerinin ve politik solun baskısından bunalmış sermayedarlar için Demirel “kurtarıcı” olmuştu. Militan bir kimlikle, sertleşmiş üslubuyla meydanlarda solu “anarşi ve terör”le özdeşleştirdikçe hizmet ettiği çevrelerin gözünde makbul ve vazgeçilmez hale geliyordu. Demirel’in dili, sağ tabanda sola yönelen nefreti siyasete tahvil edecek derecede politik manipülasyon içeriyordu. Aynı zamanda sağın diğer aktörlerinin birbirleriyle ilişkilenmesini yine o siyasi esnaflık dediğimiz mekanizmaya başvurarak mümkün kılan isim olarak öne çıkıyordu. Hâlbuki Milliyetçi Cephe (MC) hükümetleri bir Demirel projesi olmaktan ziyade sermayenin dayattığı bir ittifaktı. Hem 1. hem de 2. MC hükümetleriyle Demirel bir yandan MHP’yi ve MSP’yi sistem içine çekerek “görevini” yapıyor bir yandan da tutkal vazifesi görerek kendi meşruiyetini arttırıyordu. 12 Eylül’e giden yolda Demirel, devletlû olmanın gereğin yerine getirerek faşist güçlerin cinayetlerini sürdürülmesini sağladı.

12 Eylül’de mecburi ricat hamlesi yapan Demirel 1980’lerin sonlarında “kurtarıcı baba” olarak aramıza geri döndü. Artık merkez sağda rakipsiz değildi, 1983’ten beri devam eden bir ANAP iktidarı vardı. Demirel tam bu esnada “Büyük Türkiye” için GAP’ı sahiplendi. Kalkınmacı söylemin yeterli olmayacağını fark etmiş olacak ki rakibi Özal’ı 12 Eylül ile hesaplaşmamakla itham etmeye başladı. Siyasi pragmatizmi ona bu sefer demokratlık şapkasını giydirmişti. Özal’ın önce irtifa kaybetmesi sonra Çankaya yolculuğu Demirel’e yaradı. Sonrası malum, Demirel Çankaya’da siyasi esnaflığını bu sefer de tecrübeli “devlet adamlığına” tahvil etti. 90’ların en karanlık zamanlarında yukarıda sağduyu çağrısı yapıp aşağıda tüm olup bitene vaziyet eden bir siyasi figüre dönüştü. Fırat’ın kenarında kuzudan sorumlu olduğunu iddia erken peşi sıra faili meçhuller yaşanıyordu. “Büyük Türkiye” hayallerini Çankaya’dan dillendirirken zamanında MC ortaklarına yaptığını sivil ve askeri bürokrasinin üst kadrolarına yaptı. 30 yıla yakın din siyaseti yapan Demirel, “makamı gereği” laikliği keşfetmişti! Çankaya’daki ikameti bittikten sonra devletlû listesinin başına yazılan ismini muhafaza etmek için hep derinden oynadı. Şimdi de o çok zaman geçirdiği “derinlere” gömülecek.

BEZİRGÂNLIK BAKİ
Erdoğan, 7 Haziran seçimleri öncesinde Mehmet Barlas’ın bal gibi tatlı adamsınız meydanlarda diliniz sertleşiyor, siyasetin gereği mi bu minvalindeki sorusuna cevap verirken “meydanlardaki dilimi halkım çok iyi anlıyor” demişti. Sonrasında da eklemişti “bu dili iyi yakaladı, satın aldı…” Barlas’a soruyu formüle ederken eşlik eden “siyasetin gereği” Türk sağında büyük ölçüde Demirel’den mülhemdir. O hep “siyasetin gereğini” bildiğini ve onu tayin edebildiğini düşündü. Erdoğan da muhtemelen 7 Haziran gecesine kadar aynısını düşünüyordu. Bu kadarla da yetinmeyelim, Erdoğan’ın halkın satın almasına yaptığı vurgu, siyaseti müşteri ile kurulan ilişkiye indiren Demirel’in mirası arasında. Siyasi bezirgânlığı demokrasi havariliği olarak gösterme illüzyonunun harika bir örneği! 70’lerin sonlarında kürsüde sosyalistleri vatan haini ilan eden, Çorum katliamını soranlara Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın siz diyen Demirel ile meydanlarda Berkin’in annesini yuhalatan Erdoğan arasında gözle görülür bir bağ var. O nedenle şimdikilere bakıp Demirel’i aklamak, onu “makbul ve makul” bir devlet adamı olarak göstermek son kertede bugünkü türevlerini onaylamaktır. Sırma saç hikâyelerine bir daha bakın, orada başka kellelere gitmiş iktidar şapkaları göreceksiniz.