Türkiye’nin gündemi birbiriyle doğrudan ilişkili olan iki temel meseleye kitlendi. Bunlardan biri yeniden sandık başına gidilmesi için Saray’ın yaptığı hamlenin sonuç vermesi, ikincisi ise ülkenin Erdoğan-AKP işbirliğiyle çok yönlü bir savaşa sürüklenmesi. Türkiye’nin çok partili yaşamında böylesine bir yeniden seçim tecrübesi daha önce yaşanmadı. 1980 askeri darbesi öncesinde parlamentonun cumhurbaşkanı seçememesi gibi bir durumdan söz etmiyoruz. Tanık olduğumuz doğrudan Erdoğan’ın kartların başka türlü dağılma ihtimalini düşünerek parlamenter sistemi tıkaması, seçimleri hiçe sayması ve halkı “hükümetsiz kalmakla” tehdit etmesi.

İktidarın sermayesi forvette

Seçim sonuçlarını karşısında sermaye çevreleri iki farklı tutum sergiledi. 7 Haziran öncesinde ekonomide yaşanan durgunluk karşısında büyük sermaye, AKP’nin sandıktan yıpranarak fakat ucu ucuna da olsa tek başına çıkacağını hesaplamıştı. Süngüsü düşen ve hatalarından ders çıkaran bir AKP ile yola devam etmek konusunda sermayenin tereddüdü yoktu. Ancak seçim sonuçları beklendiği gibi olmadı ve yeni şartlar dahilinde ibre AKP-CHP koalisyonunu desteklemeye çevrildi. Bu seçenek bir “ara çözüm” olarak TÜSİAD çevrelerinde açıktan dillendirildi ve desteklendi. TÜSİAD’ın yanıldığı nokta Erdoğan’dan ve yakın çevresinden otonom hareket edebilecek bir AKP tasavvur etmesiydi. Sonuçta TÜSİAD’ın “teşviki” hiçbir sonuç vermedi ve “büyük koalisyon” kurulamadı. Büyük sermaye de etkili olduğu medya kanalıyla kendini garantiye almak adına Erdoğan’ın savaşında devletten yana saf tuttu.

MÜSİAD’ın tavrı, ilk başta seküler-yerleşik büyük sermayeden oldukça farklıydı. MÜSİAD, Erdoğan-devlet-AKP arasındaki ilişkinin önemli aktörlerinden biri olarak AKP’nin Erdoğan’ın talepleri doğrultusunda hareket edeceğini kestirmiş gibi görünüyordu. Koalisyon görüşmelerinden bir şey çıkmayacağını anladığı andan itibaren de yeniden seçimin “millete hayırlı olmasını” en üst mertebeden dillendirdi. MÜSİAD’ın gençlik örgütüyle birlikte, devletleşen AKP’nin en önemli payandası olduğunu ihmal etmemek gerekiyor. Üniversite, belediye ve valilik ziyaretleri yapan; rektörlerle, mülki amirlerle doğrudan temas kuran bir sermaye öbeğinden söz ediyoruz. Üstüne üstlük epey bir zamandır memleketin İslamcı-muhafazakâr gençlerinin ‘ikbal’ arayışlarında cazibe ve kariyer merkezi haline gelmiş olan MÜSİAD, AKP’yi tek başına iktidarda tutma oyunun forvet oyuncularından biri. Şimdilerde savaş ekonomisine de eklemlenerek servetini genişletme arayışında. Bu saptamadan sermaye gruplarından birini diğerine yeğlediğimiz sonucu çıkmasın. Sermayenin öyle ya da böyle nihai hedefinin demokrasi değil; kârı maksimize eden bir düzenin devamı olduğunu hepimiz biliyoruz. Sermaye çevrelerinin iktidar taktiğini boşa çıkarmak ise ancak ona bağlı emekçilerin politik eylemliliğini örgütlemekten geçer. Maalesef emek örgütleri de ana muhalefet partisi de bu konuda yeterli kapasiteye sahip değil.

Karambol’den gol taktiği

AKP’nin savaşı derinleştirmesiyle beraber siyasi arenada topa kimin vurduğu flulaşmaya başladı. İktidarın savaştan ne umduğunu aklı başında herkes tahmin ediyor. Savaş, her şeyden önce AKP’ye devletleşme yönünde attığı adımlardan feragat etmemesini sağlayacak bir manivela olarak düşünüldü. Olası seçimlerde özellikle Kürt illerinde şeffaf ve demokratik tercihin önünü kapayan fiili bir durumla karşı karşıyayız. Savaş şartlarında seçime katılımın düşeceği ve bu sayede AKP’nin meclisteki milletvekili sayısını arttıracağı hesaplanıyor. Böylece AKP karambolden meclis çoğunluğu çıkaracağını düşünüyor ancak seçim sonuçları muhtemelen bize aksini söyleyecek.

Savaş suçları

Varto’dan Silopi’ye, Lice’den Silvan’a savaşın tüm coğrafyalarında sistematik bir biçimde savaş hukukunun asgari koşullarını dahi çiğneyen bir durum yaşanıyor. 1984 Eruh’tan 1999’a kadar ve sonrasında da kısmen 2000’lerde dalgalar halinde PKK ile devletin silahlı güçleri arasında süren çatışma kırsalda hüküm süren bir savaştı. 1993-94’e kadar ordu defansta iken tüm yapılan karakolları ve birlikleri savunmaktı. 1994 sonrasında devlet saldırıya geçti ve bunun sonucunda sadece gerilla değil mezralardaki sivil halk da savaşın içine çekildi. Faili meçhullerden köy boşaltmalara uzanan süreç, OHAL rejimi ve TMK zırhı ile sivilleri hedef tahtasına koydu. Ülkenin batısı büyük ölçüde devletin yaptıklarından habersiz ve militarist propagandanın etkisindeydi. Bugün yaşadığımız ise çok farklı. Artık savaş mezralarda değil ilçe merkezlerinde cereyan ediyor; siviller tali değil doğrudan hedef. Çatışma bölgelerinde sivil halkın hizmet aldığı tüm altyapı tesisleri devlet güçlerince hedef alınıyor; haneler kurşunlanıyor; doktorlar tehdit ediliyor. Tüm bunlardan haberdar olmama lüksümüz ise yok. Devletin ne denli kirli bir savaş yürüttüğünü infaz edilen gençlerden, gerillaların ölü bedenlerinin uğradığı işkencelerden ya da tekbirli bayrak göndere çekme görüntülerinden biliyoruz. Ancak bunların varlığı PKK’nin ister misilleme ister saldırı adına ne dersek diyelim izlediği yöntemlerin de eleştiriyi fazlasıyla hak ettiği gerçeğini örtbas etmemeli. Her ne kadar şehit cenazelerinde ölümlerden devleti sorumlu tutanların sayısı artsa da ve savaş ortamına rağmen HDP’nin oyları erozyona uğramasa da bu savaş halinin sosyo-psikolojik etkileri en çok istikrar ve düzen diyen “müesses siyasetin” işine yarar.

Barış ama nasıl?

Bugün Erdoğan, AKP ve MHP’lilerin büyük kısmı dışında her vicdan sahibi yurttaş barış talebinin arkasında. Sorumuz barış’ın içini nasıl dolduracağımız. Kürt siyasetinin barış vurgusunun ardında doğaldır ki öncelikle ateşkes ve müzakerelerin yeniden başlatılması var. Ancak toplumsal muhalefetin ve sol siyasetin barış talebi bundan ibaret olamaz. Savaşan tarafların silahları susturması elbette ilk şarttır ve sonuna kadar bu çağrının arkasında durulması gerekir. Hatta bu çerçevede Barış Blok’u örneğindeki gibi inisiyatifler desteklenmelidir. Fakat asıl önemli olan devlet ve gerilla dışındaki hinterlandı kapsayacak, çatışmada doğrudan taraf olmayan ancak ondan etkilenen yurttaşları da içine katacak, tabandan gelen bir barış projesinin inşasıdır. Sosyalistler, sosyal demokratlar bu projenin etkin bir unsuru olmalıdır. Militarist propaganda, feda kültürü, şehitlik kültü dahil olmak üzere savaşın tüm enstrümanlarını ifşa etmeden ve savaşın emekçi halkı sömüren ekonomi politiği eleştirilmeden uzun soluklu bir barış mümkün değil. Erdoğan’ın devletleştiği bir konjonktürde Saray’a karşı çıkıp AKP dolayımıyla devletle pazarlık yapma arayışının sonu hüsrandır. Hem Saray’a hem AKP’ye dur demeden memleketin ovasına da dağına da barış gelmez.