Türkiye’de, “yapısal reform” en popüler söylemlerden birisidir. Çok sık duyarsınız. Buna itiraz eden de pek olmaz. Hatta yeni ekonomi yönetimine “piyasa tarafından” açılan yüksek kredinin özünde de yeni yönetimin kullandığı “reform” sözcüğünün yattığını biliyorum.

Çarşamba günü Çiğdem Toker’in T24 sitesinde yayınlanan yazısından, “bir ekonomide yapısal reform kavramının gereğinden bahsediliyorsa[…]sizden daha güçlü, üzerinizde söz sahibi aktörlerin sizden kendileri için “yapısal reform” adı altında kalıcı adımlar atmasını istediklerini anlayabilirsiniz”  alıntısını yaparak sosyal medya hesabımdan yaptığım paylaşıma gelen eleştirilerden anladım ki “yapısal reform” kavramı neredeyse tabu haline gelmiş bir ifade olmuş.

Evet, ülkede yapısal reformlara ihtiyaç var, hem de güçlü bir biçimde ihtiyaç var. Peki, bu nasıl olacak? Değişik platformlarda yazılanlara bakınca ilk göze çarpan konuların başında “merkez bankası bağımsızlığı” gelmektedir. Bu da anlaşılabilir bir şey elbette. Uygulanan yanlış para politikası ile patlayan enflasyon çok büyük bir soruna dönüştüğü için para politikasına ilişkin eleştirilerin olması normal. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, hukukun üstünlüğü gibi konular da yapısal reform taleplerinin arasında yer almaktadır. Bunlara da eyvallah. Bu listeyi uzatmak mümkün. Ama ben bu yazıda yapısal reform talep edenlerin pek değinmediği ama ülkede en temel ekonomik sorunların ortaya çıkmasına yol açan ve bir an önce bunlara yönelik yapısal tedbirlerin alınması gereken konuların bir kaçından bahsedeceğim.

∗∗∗

Genelde “piyasacı yaklaşım” çerçevesinde talep edilen yapısal reformlar arasında ülkede hızla bozulan gelir dağılımının kalıcı olarak iyileştirilmesine ilişkin taleplere pek rastlamıyoruz. Bugün ülkede asgari ücret ve komşu ücret kazananların toplam ücretli çalışanların içindeki payı yüzde 60’a dayanmış durumdadır. Nüfusun büyük çoğunluğunun, yasayla belirlenen en az ücreti kazanıyor olması en yapısal sorunlardan birisidir. ABD’de bu oran yüzde 1,4, Avrupa bölgesinde ise bunun biraz daha üzerindedir. Bu durum nasıl değişecek? Birgün tüm çalışanların asgari ücretli olması nasıl engellenecek? Bunun yolunun çalışanların sendikalı olmasından ve sendikaların grev ve toplu sözleşme haklarını güçlü bir biçimde kullanabilmelerinden geçtiği açıktır. Örgütlü mücadele olmadan ücret skalasının iyileştirilmesi mümkün değildir. Sendikalaşma yasal olarak tanınmış bir hak olmakla birlikte, bu hakkın kullanılması önünde ciddi engeller bulunuyor. Mesela, kamu çalışanları sendikalı olabilir ama grev hakları yoktur. Bunun etkisini nerede görüyoruz? Kamu çalışanlarına ve emeklilerine 2024 yılında yapılacak ücret ve aylık artışı “komisyona havale edilmiş” olsa bile son sözü cumhurbaşkanının söyleyeceği ilgili bakan tarafından ifade edildi. Dün bu konuda çıkan karar bize ne gösteriyor? Öyle bir yapı kurulmuş ki hakem sürecin bir tarafı. Özel sektörde grevlerin iktidar tarafından kolaylıkla engelleniyor olmasının işverene ne büyük hizmet olduğunu anlatan siyasetçileri de unutmayalım.

Dün TÜİK tarafından yayımlanan milli gelir verilerinde çalışan sayısının artmasına rağmen çalışanların aldıkları payın sistematik bir biçimde azaldığını bir kez daha gördük. Bu durum en temel yapısal sorunlarımızdan birisidir.Bütçe açığının milli gelire oranı hep kıstas olarak alınır, düşük seviyede tutulması talep edilir. Ama bu talep edilirken ilk akla gelen konu kamu harcamalarının kısılması oluyor. Bu da genellikle kamu çalışanlarının ücretlerine ve sosyal güvenlik harcamalarına ilişkin kısıntı şeklinde gerçekleşiyor. Peki, bütçenin “gelir tarafının” iyileştirilmesine yönelik talepler var mı? İktidarın ilk aklına gelen, adaletsiz olduğu çok açık olan dolaylı vergilerin artırılması oluyor. Üst gelir gruplarının daha yüksek oranda vergilendirilmesi ya da bugün vergi alınmayan gelirlerin vergiye tabi tutulmasına yönelik çağrıların çok cılız ve sınırlı sayıda insan tarafından yapıldığını biliyoruz.

∗∗∗

Bu aralar siz de sık görüyorsunuz sanırım. Pehlivan tefrikaları gibi yazılarda borsada ne güzel paralar kazanıldığını okuyorsunuzdur.  Ama borsadan elde edilen kazançların vergilendirilmiyor olmasını dert eden pek kimse de yok gibi. Siz hiç “bütçe dengesi” diye söze giren “piyasacıların” borsa kazançlarının vergilendirilmesine yönelik bir görüş beyan ettiklerini gördünüz mü? Göremezsiniz.

Ya da on milyonlarca lira ettiği söylenen taksi plakası sahiplerinin yıllık olarak ödedikleri verginin, ev kirasını bile ödemekte zorlanan bir öğretmenin ödediği vergiden düşük olmasının gündem olduğunu pek duymuyoruz.    Diğer bir konu ülkede imalat sanayinin içinde bulunduğu durumdur. Orta ve düşük teknoloji yoğun üretimin devam ettiği, ucuz emeğin bir rekabet unsuru olarak görüldüğü sanayi sektöründe, dönüşümün sağlanması öyle bir kararname ile filan olacak bir şey değil. Buna yönelik taleplerin çok dillendirilmediğini görüyoruz.

∗∗∗

Madem yapısal reformdan bahsediyoruz, eğitim sistemine değinmeden geçemeyiz. Dün gazetemizde yer alan bir haberde okumuşsunuzdur. Yapılan müfredat değişikliği ile din derslerinin haftalık saatinin artırıldığı görülüyor. “Piyasa uzmanlarından” gelen “yapısal reform” çağrılarında siz buna ilişkin bir talep görüyor musunuz? Göremezsiniz çünkü bu konu risklidir. Ama madem ülke ekonomisini dönüştürmek istiyorsunuz, eğitim sistemini bilimsel ve laik bir hale sokmadan bunu yapamayacağınızı bilmelisiniz. Sorun sadece temel eğitimle sınırlı değil. Üniversitelerin özerkliği tesis edilmeden bir yere varamayacağımız da açık. Bu yazıyı uzatmak mümkün. Umarım ana fikri aktarabilmişimdir. Şimdi yazının başında Çiğdem Toker’den yaptığım alıntıya yeniden dönelim: sizden daha güçlü, üzerinizde söz sahibi aktörlerin sizden kendileri için “yapısal reform” adı altında kalıcı adımlar atmasını istediklerini anlayabilirsiniz. Toplumsal faydayı öncelemeyen  “yapısal reform” talebi sizin sırtınızdaki yükü hafifletmez.