Normal” bir aklın bu memlekette yaşananlar karşısında iflas etmemesi mümkün değil. Yalnızca bir günde gazete sayfalarına yansıyanları alt alta yazsanız, “normal” bir ülkede onlarca yıl içinde yaşanabilecek olağandışı olayları kat kat aştığını görürsünüz. 

Ekonominiz misal, parmakla gösteriliyordur ve ha babam büyüdüğünüzü övgüyle haykırırsınız. Bütçeniz rekor fazla vermiştir geçen ay, ne güzel. Ama aynı anda, dış açık da rekor kırmıştır, ithalattaki patlama yüzünden. 

Öyle bir iktidar vardır ki; her seçimde oyunu artıran ve “ileri demokrasi” getiren memlekete, ama onun ileri demokrasisinin her şeyi kontrol etmek, tek elde toplamak üzerine oturduğu dert edilmez pek. 

Hepimizin paralarıyla, hepimizin sesi olması için kurulmuş TRT’de, iktidara muhalefet eden, TRT’nin iktidar borazanı olmasına karşı çıkan çalışanlar, bir oraya bir buraya sürülüp dururlar. Halkımızın bunu da dert ettiği söylenemez. 

Hakkını yememek gerek, iktidar örgütlenmeyi, sendikalaşmayı sever; örgütler, sendikalar kendi denetiminde olduğu sürece. TTB’yi, TMMOB’u, KESK’i, DİSK’i sevmiyorsa, sorun çıkardıkları içindir. Sorun çıkaran sendikalar üye kaybederken, iktidara destek olan sendikalar iktidar desteğiyle üye sayılarını artırırlar, ki bu da iktidarın sendika severliğinin kanıtıdır!  

Şimdi, gazeteciler sendikası TGS’nin toplu sözleşme yapabildiği tek yer olan Anadolu Ajansı’nda, ajans yönetiminin baskıları, “işten atma”, “haritadan yer beğenme” tehditleriyle sergilenen tavır da sendika düşmanlığı değildir! Sendika olsun, ama hapisteki gazeteciler için, basın özgürlüğü için, üyelerin hakları için koşturmasın, her fırsatta iktidarı alkışlasın diye yapılıyordur yapılanlar.

Kurumlar iktidarın denetiminde olunca, Hopa’nın eşkıya hocası Metin Lokumcu doğal nedenlerle ölmüş olur. “Polisin gazından değil, zaten hasta olan kalbinin krizinden öldü” diyebilecek bir TTB’dir istenen. Böyle olmadığı için; Adli Tıp’ın “kalpten” dediğine “gazdan” diyerek kafa karıştırdığı için kızılır TTB’ye. 

Bir yandan veryansın edilir, daha düne kadar kardeş sayılan diktatöre ve diktatör devrilsin diye muhaliflere, onların Özgür Suriye Ordusu’na kucak açılır, ama öte yandan da kucak açılanların komutanları içlerinde MİT mensupları da olan gruplar marifetiyle Suriye’ye teslim edilir. Teslim edenler, daha sonra, pijamaları ve ellerinde MİT kimlikleriyle kendilerini tutuklamaya gelen polislere şaşırarak kapıyı açarlar.  

Öyle bir ülkedir ki burası, “şaşırmak” hafif kaçar olan bitenler karşısında. Şaşırmamak için içerde olmak mı gerekir ne?  

Onca insan hakları ödülü sahibi Ragıp Zarakolu, terörist sayılıp tıkıldığı cezaevinden bunun işaretini verir: “Kimi zaman, kimi dönemlerde dışarıda olmak daha zordur”. Ama, o kimi zamanlar hiç bitmez ki memlekette… Zarakolu’nun da dediği gibi, “zaman tünelinde”ymiş gibi, aynı şeyleri tekrar tekrar yaşarsınız.  

Dün Öcalan’la ve PKK ile görüşmeleri zinhar reddeden iktidar, bugün Adalet Bakanı’nın ağzından “Bugüne kadar bu görüşmeler yapılmıştır, ihtiyaç duyulursa yine yapılır” diyebilir. 

Aynı Heron görüntülerini izleyen milletvekillerinden muhalefette olanlar, Uludere’de bombalanıp öldürülenlerin terörist olmadıklarının her karede görüldüğünü söylerken, iktidar milletvekilleri, “kaçakçı mı terörist mi ayırt edilemiyor” diyebilir. 

Her gün böyle onlarca olayla karşılaştığınızdan, artık şaşırmazsınız bile. Hatta, şaşıranlara şaşırırsınız. 

Nefret söylemi suçtur, misal. Ağzını her açtığında pislik saçan birilerine her gün kocaman bir tapulu arazi vermezler, oraya istediğini yazsın diye, “normal” memleketlerde. 

Ama bizde, solcu kadınlara küfretmeyi, muhalif olan her şeye ve herkese nefret kusmayı iş edinen adam, 17 yaşında bir çocuğu kurtarmak için kendini trenin önüne atan Şafak Pavey’e “hem özürlü hem de CHP’li” diyecek kadar da iğrençleşir ve hala devam eder yazmaya. 

Ne ülke ama!

Neyse ki, pisliğe pirim vermeden, üzerinde durmadan, kendi yolunda yürüyen güzel insanları da var ülkenin.