"Kısmen" bile olsa, demokrasi diye adlandırılabilecek rejimlerde iktidarlar başarılı icraat karşılığında alkışı da başarısızlıklarda da sorgulanmayı hak ederler. Bunun tam tersi nitelikteki rejimlerde ise kendi kendilerini alkışlamak ve alkışlatmak, en ufak bir eleştiriyi bile "sopa ile bastırmak" gibi bir tavır içindedirler. Zaten, demokrasiyi faşizmden ayıran en belirgin özellik, ikisinin arasındaki derin uçurumu belirleyen en somut biçimde tanımlayan unsur da budur.

Mevcut iktidarın, başarısızlıklarından bahsederken geçen 21 yıl boyunca her alanda ülkenin geri götürülmesini, ekonominin ağır bir hasara uğratılmasını, en başta da yargının olağanüstü ölçülerde iktidara bağımlı hale getirilmesini, eğitimden sağlığa, kentleşmeden tarıma neredeyse tüm konu başlıklarında ülkenin on yıllarca geriye götürülmesini hep zikrediyor ve eleştiriyoruz.

Ancak, bu saydığımız konu başlıklarının da ötesinde, öyle bazı hatalar yaptılar ki, bunlar "doğrudan ve ânında cana mal olan" hatalardı. Ve bunlara devam ediyorlar.

Örneğin, izledikleri yanlış politikaların sonucu olarak ülkenin başında zaten var olan terör belası, üstelik çeşitlenerek büyüdü ve toplamda binlerce insanın ölümüne neden oldu. Düzinelerle örnek sayılabilir ama Cumhuriyet tarihimizin tek bir defada en çok can alan terör saldırıları arasında, 103 kişinin can verdiği Ankara Gar Katliamı (Kasım 2015) ve 34 insanımızın öldürüldüğü Suruç Katliamı (Temmuz 2015) akla ilk gelenlerdir. 45 kişinin öldürüldüğü Atatürk Havalimanı saldırısı (Haziran 2016) , 29 kişinin öldüğü Ankara Merasim sokak katliamı (Şubat 2016), 39 kişinin katledildiği Reina katliamı (2017 yılbaşı gecesi) akıllara ilk geliverenler. Teröre kurban giden asker, polis, sivillerin sayısını artık kimse tutmuyor bile. Sınır ötesinde, önüne gelene efelenmenin, önüne gelenin toprağına girip maraza çıkarmanın faturası olarak yüzlerce askerin tabutlarla geri gelmesinin sorumlusu kim?

Aynı bu "kanlı terör bilançosu" gibi, 2014 yılının mayıs ayında yaşadığımız ve bu toprakların en büyük toplu işçi cinayeti tanımlamasını hak eden, 301 emekçinin katledildiği Soma maden katliamı ve benzeri madenci cinayetleri, en tazesi de Amasra-Bartın’da yaşadığımız 42 madencinin toprağa verildiği toplu kıyım, bu iktidarın sorumluluğu üstlenmesi gereken kıyımlar değil midir?

Sayısız sel baskını ve göçük, 2 sene önce yaşadığımız yaygın orman yangınlarında milyonlarca ağacın (onları da birer can saymak yanlış mı olur?) ihmal sonucu göz göre göre cayır cayır yanması, kimin sorumluluğudur? Toplu ulaşım katliamları, Çorlu, Pamukova, Yenimahalle vb. olayları kime yazacağız?

İktidara gelmeden hemen 3 sene önce yaşanan ve o an için "Yirminci Asrın" en büyük deprem felaketlerinden biri olan Marmara Depremi’nin üzerinden tam 24 yıl geçtikten sonra, bu sürenin 21 yılında iktidarı elinde bulunduran siyasi kadroların arada pek çok irili ufaklı ve büyük can kayıplarının yaşandığı depremler de "doğa adına gereken uyarıyı yapmasına rağmen", gerekeni yapmamış olması nedeniyle (henüz bugünkü tabloya göre bile) 45.000’in üzerinde insanın ölümü, kimin "hanesine" yazılır?

İhmaller, suistimaller, liyakatsizlikler ve hırsızlıklar zinciri, vergilerimizin gereken yerlere harcanmaması, insan canını öncelikli olarak düşünen icraatın yapılmaması gibi nedenlerle, hayatın başka alanlarında da (örneğin kadın cinayetleri, çocuk ölümleri, sağlık sistemindeki yanlışlara bağlı ölümler, pandemi sürecinde belki de önlenebilecek on binlerce fazladan ölüm) kayıplarımız alt alta yazıldığında, ortaya çıkacak sayıyı düşünmek bile istemiyorum.

Bu "kanlı tabelayı" duvara asıp karşısında durduğumuzda, bunca canın boşa yitirilmemiş olması, bundan sonra bu bilançonun daha da ağırlaşmaması için, bu rejimin bu iktidarın mutlaka değişmesi ve yerine gelecek kadroların, en başta da "yargıyı tedavi edip" hesap sorma mekanizmasını çalıştırmaları gerekli değil mi?

Zaten, tam da bundan endişe ettiğini gösterir ve açıkça itiraf eder bir mahiyette tavırlara girişerek, rejimin panik içinde yaygın bir "susturma harekâtı"na giriştiği dikkat çekmektedir. En ufak bir itiraza soruturma açan, en ufak bir tweet’i, konuşmayı, TV-radyo -gazete yayınını dava konusu etmeye kalkışan, stadyumda atılan sloganı "oraya siyaset sokmayın" diyerek kınayan, ama sokakta veya başka ortamlarda slogan atanlara da tekme, tokat cop, gaz, tazyikli su ve sopa ile girişen iktidarın bu tavrı akut bir "suçluluk psikozundan" kaynaklanmıyorsa, nedir? TİP’in Kadıköy örgütüne, SOL Parti’nin Kadıköy’deki gösterisine karşı şiddet kullanılmasına, deprem bölgesinde başka sol örgütlenmelerin TKP’nin, HDP’nin ve diğerlerinin çalışmalarının engellenmesine başka nasıl bakabiliriz ki?

Yaklaşmakta olan seçim, bütün bu ağır ve kanlı kıyım bilançosunun hesabının (öncelikle) sandıkta sorulabilmesi için tarihi sel bir fırsattır.

Aksi takdirde, ölenler öldüğü ile kalacaktır.

Kalmamalıdır.