Google Play Store
App Store
Önemsiz günler ve haftalar3

Dervişin haftası

Gabriel Garcia Marquez’in yaşam ve yazın öyküsünü okuyordum. 22 yaşındadır, yalnızca yazarak geçinmeyi göze almıştır. Annesi kaygılanır, durumu gözüne berbat görünmüştür çünkü. “Senin bir dilenci olduğunu sandım” der oğluna. Berbat haldeki sandaletlerine bakar, çorapsız olduğuna üzülür. Böylesinin daha rahat olduğunu söyler Marquez ve ekler: “İki gömlek iki don, biri kururken ötekini giyersin, insanın başka neye ihtiyacı var ki?” (Anlatmak İçin Yaşamak, Çev: Pınar Savaş, Can Y., Ekim 2019, S.19)

İki göz neyine yetmez, biri ağlarken öteki kurur! Hayır, böyle değil tabii ama şöyle bir şey de okudum ya da duydum: Öyle üzülmüş öyle üzülmüş ki, takma gözünden bile yaş gelmiş! Konuyla ilgisi yok, sadece unutmamak için yazdım. Ben asıl, şu ‘iki gömlek iki don’dayım ve bunun doğallığında. İnsan böyle de yaşayabilir, belki de yaşamalı. Derviş gibi, keşiş gibi, münzevi gibi. İnsanlık hali bitmez, insanın halleri tükenmez. Üstelik ‘bir lokma bir hırka’ sözü de dillerden düşmez! Eh öyleyse yılda bir hafta da ‘derviş haftası’ olsun ya da ‘keşiş haftası’. İnsanlar da adeta inzivadaymış gibi en azla yetinerek yaşasınlar! Olmaz mı?

Niye olmasın? Açlık grevlerine, ölüm oruçlarına yabancı mıyız? Daha yakınlarda ölüm orucunda yitirdiğimiz üç insanın acısı taptaze duruyor ortada. İki müzisyen ve gencecik bir işçi. Tam bir yıl seslerini duyurmak, isteklerini bildirmek için çırpındılar, çabaladılar, ne yazık ki bazen topluca sağır olmayı inanılmaz bir çeviklikle becerdiğimiz gibi, bu sesleri, çığlıkları duymamayı da becerdik ve üç genç insan, gözlerimizin önünde can verdi.

Kim bilir değerler eğitimi denilen ve herkesin kendine göre yorumladığı o şey her neyse, yılda bir hafta, tüm memleket için uygulanabilir belki. İnsanlar artık nefs terbiyesi mi, eğitimi mi, nefsine hâkim olmak mı, kendini sınamak sınırlamak mı, empati kurup kendini başkasının yerine koymak mı, oruç tutmak mı, dünya nimetlerinden elini eteğini çekmek mi, “bir dost bir post yeter bana” demek mi, ne dersek diyelim bu geri çekilme eylemlerine, uzaklaşma hallerine, yılda bir hafta olsun katlanabilirler. Bir tür ‘tuz direnişi’ gibi, Gandhi’nin ‘pasif direniş’i gibi bir şey, bir hafta. İnsanın kendine direnişi. Sola özgü bir şeyden söz etmiyorum. Ararsanız muhafazakâr düşünür Nurettin Topçu’ya dek gidebilirsiniz ve onun İsyan Ahlakı’nda ‘insanın kendine isyanı’na ‘insanın kendinde Tanrı’ya isyanı’na da rastlayabilirsiniz. Diyeceğim, insan önce kendine isyan etmeli, kendimize isyan edersek, topluma, alışkanlıklarımıza, tüketim kültürüne, baskıya, zorbalığa da isyan edebiliriz.

Dervişin de keşişin de inzivasında Tanrı’ya ulaşma isteği ve arayışı olduğu kadar, toplumdan, onları ilkelere, kurallara, alışkanlıklara zorlayan şeylerden, yaptırımlardan uzak durma, kaçma çabası da vardır.

Bir haftalık dervişane bir yaşam bile, bazı şeyleri tümden terk etmemize değilse bile, bilincine varmamıza yol açabilir, yarayabilir. Burada Hindistan’a arınmaya gidip, dönüşte de “Güzelce arındım, rahatladım, tazelenip yenilendim, şimdi daha çok çalışacağım, işlerimi daha çok büyütüp daha fazla kazanacağım!” diyen zenginlerden, girişimcilerden söz etmiyorum elbette. Hepimizden söz ediyorum. Bir duyarlılık bilinci oluşturmaktan. Durup kendimizi dinlemekten. Dışarıya, başkalarına duyarlı olmak için içimize bakmaktan. Geçicilik duygusunu hissetmekten. Belki böylece insanhalinden, dünyahalinden daha anlar, haldenbilir biri olmaktan. Ve sizin de ekleyeceğiniz şeyler vardır elbette buraya, onlardan da siz kendinize söz edin. Edin ki onlardan da söz etmiş olalım. “Derken karanfil elden ele…” olsun. Olmaz mı?

Öyleyse dervişin haftası; ekmek, su ve nefes haftası olsun yalnızca. Topraktan ekmek, deryadan su ve gökyüzünden nefes. Yalnızca yetinmeyi, aza kanaat etmeyi öğrenmek için değil, paylaşmayı, bölüşmeyi çoğaltmak, kendimizi kimseden, hiçbir şeyden, hayvandan, kuştan, börtü böcekten, akarsudan, ağaçtan, ottan üstün görmemek için ve ne kendimizi ne başkasını gördüğümüz bu dünyada gözlerimizin, gönlümüzün açılması için, ekmek gibi aziz, su gibi aydın ve nefes gibi taze yaşamak için, yılda bir hafta da olsa kendimizi derviş, keşiş, münzevi hissetmek iyi gelebilir, kendimize, ailemize, komşumuza, dünyaya, hayata, çocukluğumuza, anılarımıza, ruhumuza, gövdemize, aklımıza fikrimize, gönlümüze, sevgimize…

Lamekân Haftası

Gece haftası mı desem evsiz haftası mı, bilemedim. Sonra mekân sözcüğü geldi aklıma, ona seslenince de lamekân kalktı geldi, hoşgeldi. Sadece başımızın üstünde, gecemizde değil, gönlümüzde de yerin var elbette. Olmaz mı? Lamekân, gecesiz, evsiz, yersiz yurtsuz demek değil, tam tersine yere yurda gereksinimi olmayan, bir mekâna sığmayan, sığdırılamayan demek. Alevi-Bektaşi inancında, sırr-ı hakikate ulaşmış, yani Tanrı katına erişmiş, “Enel hak” demiş, İnsan-ı Kamil olmuş, suretin canı olmuş kişi demek. Gayb erenleri, abdallar, üçler, yediler, kırklar, hepsi lamekân kavminden sayılır. Seyyid Nesimi’nin “Bende sığar iki cihan ben bu cihana sığmazam” dediğini bildiniz mi, lamekân işte odur. Türkmen kocası Yunus’un “Benden benliğim gitti/Hep mülkümü dost tuttu/ Lamekân kavmi oldum/mekânım yağma olsun” ilahisinde, dünyadan, mekândan, candan geçtiği de odur. lamekân, mekânsız, İslam tasavvufunda ise ‘mekândan münezzeh’ olan, yani Tanrı demek.

Tamam, mekâna izinsiz girmeyelim. Lamekân olmayı Tanrı’ya, erenlere, üçlere, yedilere, kırklara, insan-ı kâmillere bırakalım, biz ‘bimekân’lara bakalım. Ve haftamızın adını da ‘Bimekân Haftası’ olarak değiştirelim. Lamekân, sonsuz olanlara, göğün yedinci katında yaşayanlara, görünmez ama her yerde hazır ve nazır olanlara ve onların yeryüzündeki sureti olan ermişlere ait bir sıfat olsun. Biz dünyadaki fanilerin mekân işleriyle ilgilenelim. Daha doğrusu onların mekânı olan gece, parklar, apartman girişleri, avm önleri, sokaklar ve buna benzer ne kadar yer varsa. Hayat bayram olsa, mevsim hep yaz olsa, “Bimekân olmak ah ne hoştur/yıldızların altında” şarkısını hep birlikte söylerdik, eh kafalar da hafif yıldızlı olurdu değil mi, iki yıldız, üç yıldız, beş yıldız! Fakat öyle değil, dünya kadar yer var, dünya kadar yersiz var! Dünyanın kustukları, attıkları var. Memlekette de var, ileri kapitalist ülkelerde de, eski sosyalist ülkelerde, her yerde hep yersizler var. Onların kimi kimsesi, geçmişi var mı bilmiyoruz, onlar da çoktan unutmayı seçmiş olmalılar. Unutmayı seçmek, ölümü de seçmektir. Hatırlamaya gücü olmayan da ölüme sığınmıştır. Ölüme teslim olmuştur. Çoğu yalnızca ucuz içkiyle, bazıları kendisi gibi bir bimekânla, bazıları köpeğiyle, kedisiyle, hep son geceleriymiş gibi kıvrıldıkları dünyanın kıyısında sabahlarlar. Haneberduş da diyebiliriz, berduş sözünde bir sevimlilik var ama hafif pejmürde, dalgın, serseri olana, hülyalı olana, gözü mavide, bulutta, rüzgarda olup da gönlü işte güçte olmayana Dalgacı Mahmut dediği gibi Orhan Veli’nin, haneberduş da denir ve anlamı da şahanedir: Evi omzunda! Kim istemez değil mi haneberduş olup evi omzunda gezmeyi tozmayı, yaşamayı?

Bimekân ya da haneberduş ya da evsiz barksız ya da yersiz yurtsuz ya da dahası… 7 gece sokakta yatarak, kalarak, barınmaya, uyumaya, ısınmaya çalışarak kutlanmalı onların haftası. En fazla onlar kadar giyinerek, piknik yapar gibi değil, midenin gurultusunu (gürültüsü de olur) bastırmak için biraz yiyecek, geceye dayanmak için köpeköldüren şarabı yudumlayarak, küçükleri değil ama genç çocuklarımızı da yanımıza alarak bir hafta sokaklarda yaşasak, yaşamaya çalışsak ölür müyüz? Belki de ölürüz, kim bilir! Deneyin. Deneyelim. Mutlu sonla bitecek diye bir şey mi var, yok! Öyleyse evsizlerin yanından geçerken öyle başını öbür yana çevirerek, cep telefonuyla konuşarak, tiksinerek, iğrenerek, görmezden gelerek geçmek de yok! Bir ekmek parası, bir kahve parası, bir şarap parası toka edeceksin! Tamam, her zaman sende de yok biliyorum, çünkü bende de yok ama varsa vereceksin. Hem unutma, zaten zenginler vermez, tuzukurular oralı olmaz, biz gözündeyaş ve işiyaş olanlar ancak birbirimize acır, arka çıkar, destek olmaya çalışırız. Belki bugün sana yarın bana korkusuyladır, belki Allah korkusuyladır, belki vicdanındaki şiirden, belki de ‘batsın bu dünya!’ demeyip, “Kurtuluş yok tek başına!” şiarını evveleski benimseyip kalbinde taşıdığındandır! “Alnı kızıl yıldızlı baş” gürlüğünü özgürlüğe dek söyleme kararlılığındandır.

Öyleyse kardeşler, haneberduşları sevelim, kollayalım, koruyalım, yapabiliyorsak besleyip doyuralım! Eh bizler de yılda çok değil bir haftacık, karda, yağmurda, soğukta olursa daha iyi, daha gerçekçi ve içli olur çünkü onlarla birlikte sokaklarda, parklarda, şurda burda, kartonların üstünde, duvar diplerinde, mümkünse ailece, varsa kedimizi köpeğimizi de alarak geceyi yaşayalım! Bimekân olalım bir hafta. Yıldızların altındaaaaaa!

YORDAM

Göz yordamıyla gördüm seni

Öylece durmuş konuşuyordun

Çığlığını mı duydun heyecanımın

Döndün, dokundu bize gözlerimiz

Söz yordamıyla anladım seni

İçini bana mı söylüyordun

Sen dedin, içindesin ruhumun

Yeşildi, dağlar gibiydi sesimiz

El yordamıyla sardım seni

Şarkımı önce içinde duydun

Kulağıma esti çağlan nefesin

Karıştık hemhal oldu gövdelerimiz

Güz yordamıyla gittim seni

Hüznümün renklerine dokundun

Döküldü küllü sarı hayalin

Orada kırıldı kaldı sevgimiz

FATİH BALKAN