Bu topraklarda İslamcılık ilk ortaya çıktığında devleti kurtarma projelerinden biriydi; bu nedenle en 'ılımlısından' en radikaline kadar İslamcılar devlet ve iktidar fikrine göbekten bağlandı. Sonunda İslamcılık İmparatorluğu kurtaramadığı gibi yeni ulus-devletin ideolojisi de olamadı. Cumhuriyetin radikal sekülerizasyon projesi karşısında uzun müddet yeraltına çekilen İslamcılar bu süreçte devlet ve iktidar kavramları üzerine eleştiride bulunmaktan çok Kemalist rejimi itham etmekle yetindiler. 1960'ların sonlarında bir siyasal harekete dönüştüklerinde tek amaçları 'maddi' ve 'manevi' açıdan kalkınmış bir İslam toplumu ve bunu başaracak bir devlet düzeni inşa etmekti. Vaatleri 'inananların' muktedir olduğu bir Türkiye'ydi.

İslamcıların, toplumun alt sınıflarını harekete katmak için en çok vurgu yaptığı kavram adaletti. Fakat adalet, İslamcı muhayyilede dünyevi yasalar ve hukuk devletiyle ilgili bir kavram değildi. Eşitlik ilkesinin adalet nosyonu ile ilişkisi İslamcı siyasette tamamen devre dışı bırakılıyordu. Yaradılışa ait farklılıklar, soyut bir eşitlik savunusunu İslamcılara göre imkânsız kılmaktaydı. Adalet denildiğinde 'fıtrattan' gelen farklılıklara göre muamele edilmesi fikri akıllarına geldiğinden ne kadın-erkek arasında ne de 'inanan'-'inanmayan' arasında eşitliğe dayalı bir adalet fikrini siyasete taşıdılar. Aksine dinle gerekçelendirilen hiyerarşik ilişki biçimini ihya etme çabasındaydılar. Milli Görüş geleneği "adil düzen" derken bölüşümde adaleti değil tam da 'inanlarının' iktidarını kastediyordu. AKP de ilk kurulduğunda ismini seçerken Milli Görüş sloganına liberal makyaj yapmıştı. Partinin içindeki ılımlı kanat, adaleti evrensel ilkelere göre hakça yönetim ile açıklamaya çalışsa da kurucu çekirdek adaletten 'mağdur' ve 'mazlum' Müslümanların muktedir olmasını anlıyordu. 2007'den itibaren silinmeye başlayan makyaj 2010'da tazelenmedi ve İslamcıların adalet anlayışı toplumu yönetme mekaniğini meşrulaştıran bir araca dönüştü. 'Sünni Müslüman olanın' diğerine oranla her şartta desteklenmesi gerektiği çünkü yıllardır laikler tarafından her alanda dışlandıkları iddiası tekrarlandı. Adalet 'dışlananları' değiştirmek; ama kalıbı muhafaza etmekle mümkündü! Sonunda liyakat değil biat aramak, 'adaleti' sağlama adında normalleştirildi.

Bugün Saray rejimi altında adaletin tek bir adamın 'izan' kapasitesine indirgendiğine tanık oluyoruz. Saray'ın 'adaleti', muhalifi yok etmeyi vazife, yandaşı baştacı yapmayı ibadet kılan bir sistem yarattı. Adaleti yeryüzüne hâkim kılacağını söyleyen İslamcılar adalet kavramını rövanşizme kurban ederek toplumsal dokuyu da zedeledi. Nihayetinde AKP'nin yarattığı tahribat, kendini 'inananlar' olarak niteleyen yığınların, devlet kurşunuyla öldürülen çocuklar, linç edilen Kürtler, gözaltına alınan siyasetçiler, susturulan medya, tehdit edilen Aleviler için seslerini dahi çıkarmamasına yol açtı. Daha da vahimi AKP'ye oy vererek bu politikaları desteklediklerini gösterdiler.

'Manevi kalkınma' ile 'maddi kalkınma' bir arada olmalı diyen İslamcıların sosyal adalet ile büyüme arasında denge kuracağı iddiası kof bir siyasi propagandaydı. Halihazırda AKP'nin sosyal adaletten anladığı 'yandaş Müslümanlar arası dayanışma'dan ve sadaka ekonomisinden ibaret. Bugün kapitalizmin en vahşisi kendini inanlar olarak tanıtanların marifetiyle yürütülmekte. Doğaya onarılması güç zararlar verme pahasına ekonomik büyümeyi her şeyin ötesine koyan AKP, kendine eklemlenmiş sermayeyi zengin ederken iş cinayetlerinin katlanmasına; Ermenek'te, Soma'da facia yaşanmasına neden oldu. Doğayı korumayı refüjlere ağaç dikmek zannettiklerinden köylünün suyunu, temiz havasını, kentlinin yeşil alanını çalmayı kendilerine hak olarak gördüler. Kanaatkârlık, tevazu gibi İslamcıların sıkça dillendirdiği hasletler Saray'da, gemiciklerde, Brüksel'deki lüks mağazalarda, yandaşa verilen ihalelerde sıfırlandı ve 'taşeron ama telefonu var' düzeyine indi. 'Beyfendiliklerini' sorarsanız o da Boynukalın ile aynı karede poz verme seviyesinde!

Pespayeleşen İslamcı siyaset Türkiye halklarının geleceğini çalıyor. Kestirme çözümleri yücelten, özgür düşünmeyi mahkûm eden, emeği ve liyakati hiçe sayan, kabadayılığı norm kılıp güce tapan bir toplum yaratarak yarınlarımızı sabote ediyor. Fakat bunu durdurmak mümkün. Saray rejimiyle kuşatılmış memlekette dayanışmayı esas alan, kamusal sorumlulukları ön plana çıkaran, demokratik gelecek bir inşa edilebileceğini gösterecek örgütlenmiş bir umut bizleri çoğaltır. Sandıktan bağımsız, hayatı örgütleyen Haziranca bir uğraşın ürünü olan umut naiflik değil güçlü bir politik eylemdir. Kimliklere sıkışmadan, rövanşizme kapılmadan, sol bir adalet talebini yitirmeden sokakta, mecliste bu umudu kim yeşertebilirse tarihsel momenti o yakalayacak.