İran-ABD arasında süren gerilim bir kez daha gösterdi ki; Ortadoğu kaosların, silah baronlarını mutlu edecek savaşların, mazlum halkların kurban seçildiği, kin, nefret ve kan gölüne dönüşmüş, mezhep savaşlarıyla hakların birlikte yaşam kültürünün parçalandığı coğrafyadır.

Başta ABD olmak üzere, emperyalist ülkelerin, etnik ve mezhep savaşları üzerinden ekonomik ve bölgesel çıkar ve egemenlik için güç inşa ettiği coğrafyanın adı, Ortadoğudur.

Aynı zamanda bu emperyalistlerin güdümü ve kontrolü altında, karanlığın, kanın ve milyonlarca ölümün dipsiz kuyularında, “özgürlük” arayışlarının yaşandığı coğrafyadır.

Ortadoğu ülkelerinin giderek üçe, dörde ve beşe parçalanarak, emperyalist ülkelerin vesayet altına sokulmaya çalışıldığı, laik düzen, laik siyaset ve laik yaşamın şeytanlaştırılığı, siyasal İslamcılığa dayalı mezhepçi rejimleri kurmaya yönelik davetlerin olduğu coğrafyadır.

Elbette tüm bu işgalci ve vesayetçi politika ve stratejilere karşı, Ortadoğu halklarının kendi kaderlerini, hiç bir emperyalist güce yaslanmadan, demokrasiye, laikliğe, sosyal, kamucu ve hukuk devleti üzerinden tayin etme hakkını ve bu coğrafyada farklı kimliklerin eşit haklarla, eşit koşularda ve barış içinde yaşamasını savunmakta, en temel insani görevdir.

Çünkü Ortadoğu aynı zamanda gerek Türkiye islamcılarının, gerekse İhvancı, Müslüman Kardeşlerin kurmak istediği mezhepçi ve şeriat rejimler için, laiklikliğe karşı savaş açtığı, yurttaşlık hakkı yerine ümmetçiliğin dayatıldığı coğrafyadır. Yani Ortadoğu’da şeriatçı ve mezhepçi rejim arzularının, Türkiye’den sivil ve kamu gücü ile destek bulması, kendi Anayasasında kaldırılması teklif bile edilemeyen laikliğe karşı, Ortadoğu’da verilen savaşın yanında yer almak anlamına gelir.

Tam da bu nedenle, Türkiye ve Ortadoğu ilişkilerinde, Türkiye’nin dış politikasını “din ve mezhep eksenli” mi yoksa “laiklik eksenli” sürdürüldüğü tartışılmadan, Türkiye’nin vakti zamanında “Türkiye, Ortadoğu ülkelerine laik model olabilir mi?” sorusuna da yanıt bulunmaz. Arap ülkelerinde “Laiklik dinsizliktir” algısı üzerinden sürdürülen tartışmalara, Türkiye’de de bu doğrultuda destek verildiği sır değildir. Bugün hükümet Fetvacısı olan bilinen Hayrettin Karaman’ın "Şeriatın uygulanması için bir engel kalmadı” sözleri bu açıdan manidar değil, mezhepçi rejim arzunun dışa vurumudur.

Peki Türkiye ne yapmalı?

Ortadoğu, İhvancı-İslamcı politikaları desteklemek üzerinden değil, aksine toplumsal tahribatlarından ders çıkarılması ve bölge halklarının kendi bağımsız söz, yetki ve karar haklarına saygı duyulması gereken coğrafyadır. Bu nedenle; AKP hükümeti, Libya’ya askeri güçle açılmak yerine, siyasal İslamcı, mezhepçi ve ihvancı eksende hüsranla sonuçlanan Suriye dış politikasından ders çıkartmalıdır.

Bunu neden söylüyorum? Çünkü Türkiye’de ve Ortadoğu’da tek adama dayalı İhvancı-Müslüman Kardesçi ve mezhepçi rejimleri kutsayan bir siyasal İslamcı gelenekle karşı karşıyayız.

AKP-MHP iktidar blokunun, Trablus Hükümeti’ni desteklemesinin tek nedeni, bu hükümetin siyasal İslamcı İhvancı hareketin elinde olmasıdır. AKP hükümetinin “Eş Başkanlığı”nı yaptığı Büyük Ortadoğu Projesi çökünce, bölgede elinde kalan, ilişkisini mezhepçilik ve ideolojik olarakta İslamcılık üzerinden sürdürdüğü sadece Müslüman Kardeşler ve İhvancılık kaldı.

Kutsal ve ideolojik emirlere itaat edecek dindar ve kindar bir nesil yaratılma çabası bundan dolayıdır. Din istismarı ve dini kullanarak siyasal toplumsallaşmayı tercih etmek, tipik bir Ortadoğu İslamcılık rejimlerine öykünen siyaset tarzıdır.

AKP iktidarı döneminde, Sünnilik ekseninde inşa edilen yeni mezhepçi rejimin Türkiye’yi sürükleyeceği yer Ortadoğu kaosudur.

Özellikle 1950’den beri süregelen, fakat son 17 yıldır turbo hızla, kamu kurumlarında, kamusal hizmetlerinde ve hukuk sisteminde İslamileştirmenin ve eğitim sisteminde ise köklü dinselleştirmenin kronolojisini takip edenler, gelmekte olan tehlikenin farkındadır.

Yarın kaldığımız yerden devam etmek için, şimdilik buraya bir virgül koyalım.