Özgürlük düşüncesi
Yüzyıllardır özgürlüğün ne olduğunu anlatmaya çalıştı aydınlar. Kimi ölüm tehditleri karşısında ülkesini terk etme yolunu tuttu; kimi öldürüldü.
Anlayacağınız, bizler, özgürlük düşüncesine özgür olamadan vardık. Ruhlarımız tutsak edilmekten bir hayli uzaktı. Çünkü, her şeyden önce insanın en eski, en soylu niteliklerinden biri başkaldırmaktı. Nedeni ve hatta sonucu ne olursa olsun büyük bir değerdi başkaldırı.
Camus, “Başkaldıran İnsan” yapıtında, özgürlük yoluna varmak isteyeni, “hayır demesini öğrenen biri” olarak tanımlar. “Hayır”ın da şöyle bir anlamı vardır: Başkaldırı hem katlanılmaz bulunan bir haksızlığın öncelikle yadsınmasına, sonra da bir hak inancına dayanır. Herhangi bir biçimde ve herhangi bir yerde bizim de haklı olduğumuz duygusu uyanmadıkça başkaldırı olmaz. Anlayacağınız başkaldıran insan, her adımında benzersiz bilinç patlamalarının tarihini yazar. Velhasıl, “bilinç, başkaldırıyla doğar.”
***
Yıl 1894’dü. Fransa’da Genelkurmay’da görevli bir yüzbaşı olan Dreyfus, Almanlara gizli bilgi vermek suçuyla tutuklanmıştı. Dreyfus, Yahudi’ydi, antisemitist duygularla yazılan kimi metinler onu baştan suçlu ilan etmişti bile. Askerî mahkeme Dreyfus’u yargılamaya başlamıştı ama savcının elinde kesin bir delil yoktu. Buna rağmen Dreyfus yargıçların oybirliği ile vatana ihanet suçundan müebbet hapse mahkum edildi. Bu defa sahneye Fransız yazar Emile Zola çıktı. Dönemin Fransa Devlet Başkanına hitaben, “Suçluyorum!” başlıklı bir gazete yazısı – mektup kaleme aldı. Hakikati suratlarına çarptı çarpmasına ama ülkesinden kaçmak zorunda kaldı. Gittiği Londra’da beşinci sınıf otellerde süründü. Onun çabasıyla adalet yerini buldu. Tekrar Paris’e döndüğünde meteliksizdi. Bu defa Paris’te kaldığı otel odasında alt katta çıkan bir yangın yüzünden duman zehirlenmesinden altmış iki yaşında hayata veda etti.
Özgürlük bedel ödetir.
***
Mizah, bir süre sonra yaşamda olan bitene karşı katlanma sanatı oluverir. 1783 yılında Beaumarchais’in dönemin “Emniyet Amiri”ne yazdığı mektup, mizahın iyi bir örneğidir:
“Sayın Bay, bir yığın işiniz arasında, benim de çok işim olduğunu ve üç aydır evimle daireniz arasında en az elli kez gidip geldiğimi, buna karşın, sizinle görüşemediğimi düşünürseniz bu güldürüde oynamaya çalıştığım yürek sızlatıcı role belki siz de acırdınız. Sizden beni yıldırmanız isteniyorsa, ben de zaten bu işten yeterince bıktım. Kalemimden çıkan her şeyin kesinlikle yasaklanması söz konusu ise, böyle bir kararı neden bekletiyorsunuz? Beni neden çaresizlik içinde bırakıyorsunuz? Beyefendi, sizden yazdığım ama evimden çaldığınız kitabımı geri vermenizi istiyorum. (...) Size yalvarıyorum, bu akşam tiyatro çıkışında sizi görmeme ve bu “yasak” kitabımı elinizden alıp çantama yerleştirirken derin saygılarımı sunmama izin veriniz.”
Beaumarchais, o dönemde yazdıklarını çoğaltma imkânı olmayınca büyük bir umutsuzluğa kapılmıştı. Elle yazdığı için tek nüsha olan kitabını almaya çalışıyordu.
Özgürlük vazgeçilmezdir.
***
Gazeteci saldırılarının son halkası önceki gün yaşandı. Levent Gültekin’in başına gelenlerle, daha önce gerçekleşen saldırılardan sonra gördüğümüz sistemli cezasızlık hâli benzer izlekte.
Özgürlüğün inişli çıkışlı, taşlı tozlu yolu bunları yazdırdı bana.
***
Özgürlük moderndir. Her türlü “biat kültürü”ne karşı çıkma vardır özünde. Dogmalarla kararlılıkla savaşır. En küçük bir alan gaspı her şeyi tersine çevirebilir. Montaigne boşuna dememiş: “Özgürlüğe öyle düşkünüm ki koca Hindistan’ın bir köşesini bana yasak etseler, dünyanın tadı kaçar neredeyse…”
Özgürlük, ortadan kaldırılsa bile düşüncesiyle var olmaya devam eder.