Google Play Store
App Store

Küresel salgın, dünya siyasetine ve kapitalizme dair mitleri tek tek yıkmaya devam ediyor. Soğuk Savaş sonrasında tek süper güç olmakla övünen ABD Korona salgınının yeni üssü haline geldi. Hasta sayısı çığ gibi büyürken New York valisi, “neoliberal yönetişimin” en başarılı örneği olarak gösterilen ABD idari yapısının iflas ettiğinin sinyallerini verdi. Zaten iler tutar yanı olmayan Amerikan sağlık sistemi bütünüyle çökme riskiyle karşı karşıya.

Çöken sadece sağlık hizmeti de değil, ABD’de piyasaya terk edilmiş tüm altyapı hizmetlerinde alarm çanları çalıyor. Bir asır sonra kapitalizmin kalesi yeniden temellerinden sarsılıyor. Yeter ki ekonominin çarkları dönsün diyen Trump ise halk sağlığını düşünmek yerine seçimde koltuğundan olmamanın hesaplarını yapıyor.

Dünyaya ilham verecek refah modeli olarak sunulan AB için de durum farklı değil. AB’nin piyasacı yüzü, salgın sırasında can kayıplarının artmasına, hükümetlerin yalpalamasına yol açtı. İtalya, İspanya gibi ülkelerde korona nedeniyle hayat dururken AB düzeyinde sağlık krizini gidermeye yönelik aktif bir politika geliştirilemiyor. Üstelik AB üyeleri sınırlarının gerisine çekiliyor, birleşik Avrupa iddiasının kanıtı olarak gösterilen seyahat serbestliği askıya alınıyor. Ekonomik liberalizm, geliştiği topraklarda inandırıcılığını yitiriyor. Solun dayanışma ve kamuculuk ilkelerinin ne denli önemli olduğu bir kez daha kanıtlanıyor.

Kapitalizmin mitlerinin gerçeklik aynasında dağılması gibi Türkiye’de de Saray rejiminin yaldızları dökülüyor. Milyonlarca insanın yaşamını doğrudan ilgilendiren kararlar bir kişinin iki dudağının arasında. Halk ne bilim kurulunun hükümete verdiği tavsiyelerden haberdar ne de tehlikenin gerçek boyutlarından. Sağlık Bakanı’nın da tıpçıların da sözü Saray duvarlarına çarpıp geri dönüyor.

İktidarın salgınla imtihanına 3 fotoğraf karesinin gölgesi düştü. Bunlardan ilki milyonlarca insanın yaşamlarından endişe ettiği bir ortamda gerçekleştirilen Kanal İstanbul ihalesiydi. Maskeli, eldivenli ihale fotoğrafı, bir aymazlık ve utanmazlık karesi olmanın yanı sıra iktidarın halk ile olan bağının nasıl koptuğunun delili olarak tarihteki yerini alacak. Yurttaşlar canıyla uğraşırken, işlerinden olurken, faturalarını dahi ödeyemezken böylesine bir ihaleyi erteleme zahmetine dahi girmeyen iktidar halk sağlığı için risk oluşturma aşamasına gelmiş demektir.

İkinci fotoğraf VIP cuma namazına ait. Diyanet 16 Mart’ta geç de olsa doğru bir kararla cemaatle namaz kılınmasını yasaklamıştı. Bir baktık ki bu yasak Beştepe’deki üst düzey bürokratları bağlamıyormuş. “Sosyal mesafe” ile hizalanan zevat, yasağı koyan Diyanet Başkanı’nın önünde, onun okuduğu salgınla mücadele hutbesini dinleyip namaz kılıyor. İronik desek değil, mizahi desek değil, olsa olsa ibretlik. İslamcı bir iktidarın Müslümanları cuma namazı kılabilenler ve kılamayanlar olarak ikiye bölmesi hakkında seçmen ne düşünür bilinmez. Ama bir gerçek var, Saray rejiminde kayırmacılık ile “sevap kazanma” merhalesine çoktan geçilmiş; refahta eşit olmayan müminler ibadette de alenen eşitsiz hale gelmiştir.

Eşitsizlik deyince, Sancak’ın test deneme sahnelerini de unutmayalım. Bu sahne, bırakın hükümeti içinde bir nebze insanlık taşıyan her yurttaş için utanılacak bir görüntüdür. Hastalar devlet hastanelerinde test yapılsın da tanı konulsun diye günlerce beklerken imtiyazı Saray’dan menkul birilerinin ticari iştahla yaptığı gösteri ya da bir AKP’li vekilin oğlunun test tüccarlığına soyunması kriz fırsatçılığıdır. Tıpkı Soma katliamında madenci yakınına atılan tekme gibidir, yandaş müteahhidin halka ettiği küfür gibidir; çürüme ve iflas alametidir.

Bunca kepazelik yetmezmiş gibi salgınla mücadelede sorumluluk almak isteyenlerin de önü kesilmeye çalışılıyor. Tabipler Birliği’nin yandaşlar tarafından hedef gösterilmesi ya da bu süreçte başarılı sınav veren Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediyelerinin yok sayılması tesadüf değil. İktidarın elindeki büyükşehir belediyelerinden bugüne dek salgına karşı örnek bir mücadele pratiği görmedik. AKP’li, MHP’li belediye başkanları sanki yer yarılıp içine girdi. İdlib’e “insani yardım” için sıraya giren tarikat ve cemaatlerden de çıt çıkmıyor.

Demek ki eşitsizliği gerçek manada sorun olarak görmeyen hiçbir siyaset, hiçbir “sivil inisiyatif” böylesine felaketlerde halka somut bir çıkış yolu gösteremiyor. Salgını değil ama toplumsal tepkiyi din sömürüsüyle dizginlemek isteyenlerle ya da “herkes fedakârlık yapsın” korosuna katılıp iktidarın sorumluluğunu halkın omzuna yüklemeye çalışanlarla mücadele virüs ile mücadele kadar önemlidir, yaşamsaldır. Bu nedenle ortak acil taleplere kamucu bir program ve kurucu bir siyaset eşlik etmelidir.