Sahte ABD düşmanlığından cinayet şakşakçılığına
Türkiye’nin İslamcıları yarım asrı aşkın bir süredir ABD emperyalizmine göbekten bağlı. Anti-Amerikancılık, İslamcıların kendilerini aklamak için başvurdukları hamasi bir söylemin ötesine hiç geçemedi.
AKP’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne angajmanı ve yeni-Osmanlıcılık ile küresel emperyalist projeyi kendi “ölçeğine” uyarlama çabası kapitalist merkezlerle pazarlık üzerine inşa edildi. Bu çerçevede AKP’nin kendini destekleyen sermaye güçlerine en büyük vaadi bölgesel güç olma ihtimalinin onlara sunacağı nimetlerdi. “Ilımlı” İslam’ın kapitalist Batı’nın nazarında “makbul” olduğu günlerde AKP Balkanlar’dan Ortadoğu’ya uzanan bir “yatırım ağı” kurdu. Böylece hem Türkiye’nin eski Osmanlı topraklarındaki “nüfuzu” diriltilecek hem de yandaşlara yeni “fırsatlar” yaratılacaktı.
Süreç AKP’nin Suriye Savaşı’na bodoslama girmesiyle başka bir mecraya aktı. Bu daha fazla kriz, daha fazla çatışma anlamına geliyordu. Neticede her yolu deneyen iktidar, Suriye’de Kürtleri geriletmek dışında hiçbir hedefine ulaşamadı. Üstelik elinde 4 milyon sığınmacı kaldı, Ortadoğu’da en istenmeyen ülke konumuna geldi. Libya hevesi hem bu başarısızlığı telafi etme hem de iktidarın ömrünü uzatma çabasının bir ürünü.
ABD ve Türkiye ilişkileri gerilime girdiği her dönemde Erdoğan’ı anti-Amerikancı bir lider olarak lanse edenler, sözde ABD aleyhtarlığı yapanlar ABD’nin bölgede seküler güçlere ve Şiilere karşı attığı her adımı cansiperane bir biçimde desteklediler. Daha 2,5 yıl önce ABD füzeleri Humus’a roket atarken ilk sevinç çığlığı atan onlardı. ABD destekli cihatçı milisleri Suriye’nin demokrasi mücahitleri olarak tanımlayanlar aynı isimlerdi. Şimdi de Kasım Süleymani’nin İsrail-ABD ortak yapımı bir operasyonla öldürülmesini kutluyorlar. Yandaş yazarlardan Cübbeli Ahmet’e kadar İslamcı, yeni-Osmanlıcı kim varsa bölgeyi en az bir çeyrek asır daha istikrarsızlığa mahkûm edecek bu hamleyi alkışlıyor.
Süleymani de molla rejimi de sütten çıkmış ak kaşık değil; Ortadoğu’da dökülen kanda onların da sorumluluğu var. Ancak halkların barış beklentisini ipotek altına alan böylesine bir saldırıyı haklı göstermek için önce İslamcıların seferber olması aklı başında olan herkesi düşündürmeli. Mezhepçiliğin Şii kanadını tehlike görüp Selefi- Vahabi şiddete ve cihatçılarla ABD’nin ittifakına gözünü yummak ikiyüzlülükten başka bir şey değil. Üstelik her türlü mezhepçi savaşın arkasında emperyalizmin olduğu gerçeği ortada durmaya devam ederken.
Libya’ya asker gönderme kararı alarak Türkiye’yi yeni bir bataklığa sokan iktidarın Süleymani suikastını yumuşak ifadelerle geçiştirmesi sürpriz sayılmaz. Çünkü Trump’ın maceraperestliği ile Erdoğan’ınki arasında kategorik bir fark yok. Her ikisi de ülkelerini “büyük yapma” sloganıyla yola çıkıp onu tarihinin en istikrarsız, en tartışmalı, en yalnız sürecine sürüklemiş durumda. İç siyasette elleri dara düştükçe, destek yitirdikçe dışarıda sansasyonel işler peşine koşmak bir diğer ortak noktaları. Bununla birlikte ABD ve Türkiye’nin emperyalist sistem içindeki rol ve kapasiteleri kıyas kabul etmez.
ABD’nin küresel sistemde eski gücünü koruyamadığı herkesin malumu. ABD ile Avrupa arasındaki çıkar kavgasının tam da böyle bir zamanda alevlenmesi rastlantı değil. Çin ve Rusya’nın kimi bölgelerde Batılı nüfuzu kırdığı gerçeği ise masanın üzerinde duruyor. Ancak bu tanık olduklarımız emperyalizmin sonu anlamına gelmiyor. Emperyalizm biçim değiştiriyor ve her güç kendi kapasitesi oranında koparabildiği kadarını koparmayı hedefliyor.
Bugün öngörülemezlik dışında bir başka vasıfları olmayan politik liderlerin taşıdıkları ateş nedeniyle Ortadoğu- Kuzey Afrika hattı kaynayan bir kazan. Emperyalist paylaşım krizinin dünya çapında nasıl büyük savaşlara dönüştüğünü tam 2 kez acı bir biçimde tecrübe etmiş dünya halkları deyim yerindeyse diken üstünde. Kimse ülkesinde yabancı asker, paralı milis gücü istemiyor. Bu Suriye ve Irak için geçerli olduğu kadar Libya için de geçerli. Türkiye ise böyle bir sürece tarihinin sağduyu ve soğukkanlılıktan en uzak hükümetiyle giriyor. Nerede frene basılması gerektiğini bilmeyen, yakın geçmişten ders almayan, sırf kendi ikbalini uzatmak adına ülkeyi geri dönülmesi zor bir yola sokmaya hazır olan bu kadro iktidardayken hiçbirimize rahat uyku yok.
İktidarın Libya konusunda halkı ikna edememesi, muhalefeti arkasına dizememesi onun yeni “çılgınlıklar” peşinde koşmasına engel değil. İktidarı dengeleyecek bir diplomasi aklı ya da itidalli komutanlar da yok. O nedenle sahici ve kararlı bir anti-emperyalist tutum takınmak muhalefetin yalnızca Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına değil tüm bölge halklarına karşı sorumluluğu. Bu politik hattın ileri ucu “doğası gereği” Türkiye soludur; güncel bir emperyalizm analizine dayanan yaygın ve yoğun bir mücadele bizleri bekliyor.