Zift gibi günlere uyanıyoruz. Ağızımızda zift tadı. Kendi küçük dünyamızda top yekûn mutlu değilsek de günlük hayatın içinde mutlu, huzurlu, en azından sıkıntısız ya da sade, sıradan ama sakin anlarımızın kıymetini belki de en iyi anladığımız bir tanıklıkla uzağımızda yaşanan bir vahşeti çağın olanakları sayesinde an be an izliyoruz. Biraz vicdan sahibi olanlarımız o anları bizden binlerce kilometre uzakta masum insanların üzerine yağdırılan bombalardan yükselen duman karası koyu gri ve tozlu bir gölgenin altında yaşıyor.

Çağın olanakları dedim ya, günümüz koşullarında savaş artık büyük ilkellik ancak ilkel araçlarla gerçekleşmiyor. Savaş yerinin dışına taşan iklimi, yaşamı geleceği tüketen kimyasallarla, steril konforlu odalardan basılan düğmelerle, toplu ve vahşi kıyımlar yaratılıyor. İnsanlığı yok ediyor. Kazananı olmayan çağın savaşları artık salt tarafları arasında da geçmiyor ve yıllara yayılarak coğrafya normali haline geliyor. Filistinli gazeteci Motaz Azaiza’nın çektiği fotoğraflardan birinde yıkılmış evinin molozları arasından okul kitabını çıkartmış bir çocuğun yüzündeki koca gülümseme çarptı beni. Bir diğer karede enkazdan bisikletini çıkartan çocuğun sevinci bombaların sıradanlığında büyümenin izdüşümü gibi.

Tüm uzaklıkları, sınırları ortadan kaldıran iletişim, deneyim, erişim olanaklarıyla sağaltılabilecek anlaşmazlıklar küresel güçlerin çıkarları uğruna savaşlara haklı taraf tanımlanarak körükleniyor. İnsanlık suçu işleyenler yanında seyirci kalanlar, taraf seçenler, kof açıklamalar yapan liderler suç ortağıdırlar. Bu koşullarda haklı savaş olmaz. Savaşın tarafı da olunmaz. Yapılacak tek şey sarih ve açık şekilde savaş karşıtı tutum almaktır.

İsrail’in yıllardır Filistin topraklarında işgali, halka uyguladığı zulüm, sermaye ve çıkar üzerinden gelişir ve artarken; bu zulme karşı çıkan cihadistlerin umurunda olan ne vatan toprağı ne de hak savunusu. Şiddette, işkencede sınır tanımayan, haklının haksızın birbirine karıştığı bu ideolojik, etnik, mezhepsel kavga artık çıkışından, tarihselliğinden koparılmış bir kakafoniye dönüşmüş durumda. Ortadoğu’da cahilliği, ilkelliği körükleyen emperyalist güçlerin çıkar uğuruna yönettiği bu savaş tüm dünyada yükselen ırkçılığa su taşıyan boyutuyla bölgede her ülkenin kendi tarihselliği içinde türlü oyunla güçleniyor. Bu savaşın dünyanın en uzak köşesinde; doğduğu yer, ait olduğu kimlik, etnik köken ve/ya inancı nedeniyle masumları hedef alacak bir dalgayla nefret suçlarında bir patlamaya yol açacak. Tik tok’ta savaş çığırtkanlığı yapan, yeşil bayraklarıyla konsolosluk kuşatanla, bugün hastane bombalayan vahşeti durdurmak için somut girişimde bulunmayan yöneticilerin sahte mesajları yan yana. Bu seyircilikle, bu büyük acı çok geçmeden yanı başımıza bu sefer can evimize düşecektir.

İşgalci, baskıcı ve yayılmacı İsrail’in ülkesine yönelik terörist saldırıya cevaben Gazze’yi (şimdilik !) haritadan silmek üzere giriştiği savaşı meşru gösterme halinin büyük bir illüzyondan ibaret olduğu gözü dönmüş faşist bir liderin hastaneyi bile hedef alan vahşetiyle tescilli. Teröristin saldırısından koca bir ülkeyi sorumlu tutmak bu “fırsat” üzerinde durmayı gerektiriyor. Filistin’de sevgili İbrahim Varlı’nın köşesinde yer verdiği direnişin aktörlerinin ideolojik çeşitliliği çarpıcı ve düşündürücü.

Öte yandan ölüm tüm gerçekliğiyle avucumuzdaki ekranda. Savaşı bir bilgisayar oyunu izler gibi takip ediyoruz. Albert Camus  “Hayat, ölüme karşı koyan güçlerin bütünüdür” demiş. Nurullah Ataç ölüm üzerine kaleme aldığı bir denemede bu söze atıfla “düşünme de hayatın güçlerinden biridir, demek ki o da ölüme karşı kor, onu atar, ondan silkinir, demek ki onu kavrayamaz” der. Ataç’ın kişinin hatta kendisinin ölüm üzerine düşünceleri, bekleyişi, duyguları üzerinde durduğu yazının savaş hali ya da öldürme dürtüsüyle ilgisi yok. Ancak bir musalla taşında yatar gibi duygusuz kalmış barbarların savaşını takip ederken çıkışın ölüme karşı koyan güçler bütününü ilkel dürtülerden kurtarıp düşüncenin gücüyle hayatın bize sunduğu hayallerin, duyguların daha iyiyi mümkün kılmak için kılavuzumuz olması yönünde düşünmeme aracı oldu. Bir düşünceden başkasına aktı.

İsrail, Gazze’de bir hastaneyi bombaladı! Şimdi bu beş kelimelik yalın ve soğuk cümle üzerinde düşünelim biraz. Üst üste tekrar edelim hatta. Haberlerde çocukların, insanların “hayatlarını kaybettiğinden” bahsediliyor. Oldum olası hayatını kaybetme tanımından irite olurum. Ölüm ayıp bir şeymiş gibi etrafından dolanan ve dil açısından da oldukça sorunlu bir söylem bu.  Her şeyden önce hayatını kaybeden o insanların -bu yazı bağlamında- “öldürülmüş” olduğu gerçeğini hafifletiyor. Bir kişinin hayatını kendisinin kaybetmediği ve arasa da bulamayacağı ironisi cabası. Dil boyutuyla ele almayı başka bir sohbete bırakalım ve düşüncenin gücüyle savaştan yana da savaşanlardan birine de taraf olmadan barıştan yana, çözümden yana, hayattan yana olalım. Ölmek ayıp değil öldürmek suçtur. Savaşta sivilleri, hastaneleri hedef almaksa insanlık suçudur!