Geçen hafta TBMM’de yeni bir örneğini gördüğümüz gibi, Türkiye’de hâkim politikanın ve sosyolojinin en az ilgilendiği alanlardan birisi ‘şehirlerin dilleri’dir. İlgili yazın genelde mekân, yurttaş, katılım, kentli birey gibi renksiz kavramlara/olgulara odaklanmıştır. Oysa kentler, renklerin mekânlarıdır ve kentli bireylerin her biri, bir dil ve kültürün parçasıdır ve hatta gündelik hayatı belirleyen de, daha çok parçası oldukları bu diller ve kültürlerdir. Tam da bu anlamda şehirlerin dilleri, kentsel sosyolojinin de bir fotoğrafı gibidir. ‘Dünya Anadil Günü’ vesilesiyle diller üzerine tartışmaların yapıldığı şu günlerde, alışılmış yargıların ötesinde düşünmek bu nedenle büyük bir ihtiyaç.

Türkiye’de formel politika ve sosyolojinin, şehirlerin dillerine dair ‘yabancılığı’, referansını büyük ölçüde Cumhuriyetin ilk yıllarında inşa edilen politika ve uygulamalardan alır. O yıllarda Türkçe dışındaki diller, ‘ulus’un inşası önündeki en büyük engel olarak görülmüştü. Nitekim M. Kemal, 1931’de Adana Türk Ocağı’nda ‘milliyetin bariz vasıflarından birisi dildir. Türkçe konuşmayan bir insan, Türk harsı ve camiasına mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz’ demişti. Bu tespit, o günlerde ülkedeki nüfusun tümünü ‘Türk milleti’ olarak gören bir başka politik tespitle birleşince, Türkçe dışındaki diller yok sayılmıştı. Ne var ki 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımının verilerine göre Türkiye’de yirmi farklı anadil vardı ve bunların her biri, değişik şehirlerde en çok konuşulan ikinci ya da üçüncü dillerdi.

∗∗

Mesela 1927 verilerine göre Kürtlerden sonra en büyük Müslüman grup olarak Arapça konuşan nüfusun yüzde 38,52’si Mardin’de yaşıyordu. Şehrin gündelik dilinde Arapça duymak olağandı. Anadili Arnavutça olan nüfusun %28,36’sı İstanbul’daydı. Onu %10,42 ile İzmir izliyordu. Boşnakça konuşan nüfusun %30,67’si Kocaeli’de yaşıyordu. Kırklareli, İzmir, Balıkesir, Bursa ve Çanakkale de Boşnak nüfusun yoğun olarak yaşadığı yerlerdi. Aynı sayıma göre anadili Çerkezce olan nüfusun %26,8’i Kayseri ve Bolu’da toplanmıştı. Anadili Ermenice olan nüfusun %70’i İstanbul’daydı. Anadili Rumca olan nüfusun %11,57’si de yine İstanbul’da yaşıyordu. Aynı sayımın verilerine göre, Yahudice konuşan nüfusun %56,92’si İstanbul’da ve %24,39’u İzmir’de yaşıyordu. Anadili Tatarca olan nüfusun %37,45’i ise Eskişehir ve Ankara’da ikamet etmekteydi.

1935 yılı resmi kayıtları ise diğer bazı dillerin belli şehirlerde yoğunlaştığını gösteriyordu. Mesele anadili Gürcüce olan nüfusun % 26,73’ü Artvin’de, %25,40’ı Kocaeli’de yaşıyordu. Anadili Abhazca olan nüfusun % 65.09’u Kocaeli, Sakarya ve Yalova’da yaşıyordu. Anadili Kıptice olan nüfusun %22,19’u Edirne’deydi. Edirne’yi İstanbul, Kocaeli ve Balıkesir takip ediyordu. Anadili Lazca olan nüfusun %84,81’i Artvin’de yaşıyordu. Hatta Lazca, Artvin’in toplam nüfusu içinde %19,73 oranında bir paya sahipti. Bu grubun %11,68’i de Bolu ve Kocaeli’de ikamet etmekteydi. Anadili Pomakça olan nüfusun büyük bir bölümü ise Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Balıkesir’de yaşıyordu Keza anadili Sırpça olan nüfusun %85,28’i Müslümandı ve %32,87’si Balıkesir’de, %16,55’i ise İstanbul’da yaşıyordu.

∗∗

Kürtçe, Türkçeden sonra en çok konuşulan ikinci dildi. 1927-1965 arasındaki nüfus sayımları verilerine göre, toplam nüfus içindeki payı %7-9 arasında değişmekteydi. Bazı şehirlerde anadili Kürtçe olan nüfusun oranı Türkçeden çok fazla yüksekti. Mesela 1927’de Hakkari’de Kürtçe konuşan nüfusun tüm nüfusa oranı %88,93’tü. Aynı sayımda Bitlis, Siirt, Diyarbakır, Van, Mardin, Elazığ ve Ağrı’da Kürtçe konuşan nüfusun oranı %50’nin üzerindeydi.

∗∗

Bu dilsel çeşitlilik ve zenginlik içinde tek dilli bir ülke tahayyül etmek ve diğer bütün diller için asimilasyon seçeneğini bir politik tercih olarak belirlemek, ağır toplumsal-kültürel maliyetleri olacak bir süreç demekti. Dilleri hızla kaybolmaya mecbur edecek koşullar içinde tutmak ve hatta yasaklamak onarılamaz yaralara yol açacaktı ve öyle de oldu. Türkiye, uzun bir zamandır kendi açtığı dilsel yaraları tespit ve tedavi etme imkânlarını arasa da tuhaf bir şekilde geçmişteki tasfiyeci politik tutumdan kopamıyor. Bu yüzden kendi yaralarını tedavi edemiyor; bu sağlıksız hali gelecek kuşaklara bir yük olarak bırakıyor, ne yazık ki!