Adını kestiremediğimiz ama acısını derinden hissettiğimiz bir savaşın ortasında her geçen gün yeni infazlara ve katliamlara tanık olurken ülke içindeki ve dışındaki egemenler kartları yeniden dağıtmanın peşinde. Uluslararası ölçekteki çatışmanın yarattığı kaostan nemalanmak isteyenler sahnede çoktan yerlerini aldılar.

Sermaye çevrelerinin iki büyük aktörü TÜSİAD ve MÜSİAD geçen on gün içinde peşi sıra açıklama yaptı. AKP döneminde siyasi nüfuzu ve lobicilik faaliyetleri artan MÜSİAD yalnızca iktidara destek olmasıyla meşhur bir aktör değil, sermayenin global eğilimlerini dinsel motiflerle ambalajlayıp muhafazakâr tabana sunma özelliğine sahip “yerli ve milli” bir aparat. Özgüven sahibi MÜSİAD artık doğrudan siyasi mesajlar vermekten geri durmuyor. Hükümetten beklentilerini bir basın açıklamasıyla bildiren MÜSİAD’ın listesinde seçimlerin tekrar 5 yılda bir yapılması, siyasi partiler kanunun ve barajın değiştirilmesi gibi sistem içi talepler var. Buna bakıp MÜSİAD’ın daha fazla demokrasi ve özgürlük istediğini iddia eden kalem erbabını mahcup edecek açıklamalar da var ama listede. Örneğin “kuvvetler kargaşası şeklinde tasarlanmış, kuvvetler ayrılığı şeklinde ifade edilen mevcut yapıyı kaldıran yeni bir anayasa yapılmalı” deniyor. Bir başka deyişle Saray’ın fiilen rejim değişmiştir argümanına anayasal çerçeve gerektiğini düşünen MÜSİAD ağzındaki baklayı çıkarıp başkanlık sistemini savunuyor. Hem de Erdoğan’a meşruiyet kazandırmak adına konunun Özal ve Demirel’den bu yana gündemde olduğunu söyleyerek. MÜSİAD’ın düşünce ve ifade özgürlüğünün ihlalinden tutun da yargı bağımsızlığının zedelenmesine kadar bir dizi yakıcı sorun hakkında bir çift söz dahi söylenmemiş olması sürpriz değil elbette. Barış sürecinden anladıkları ise “devlet vatandaşa şefkatli elini uzatmalı, teröre ise demir yumruğunu indirmeli” düzeyinde!

Yüksek İstişare Konseyi vesilesiyle hükümete mesaj gönderen TÜSİAD ise 1 Kasım sonrası Türkiye’ye ayak uydurduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Özilhan’ın hükümetle işbirliğine hazır olduklarını söylemesi, Davutoğlu’nun ise “gerektiğinde tabii bizi eleştireceksiniz” demesi, çoktandır yazdığımız sermaye-hükümet uzlaşmasının dışavurumu. TÜSİAD yargı bağımsızlığı ve basın özgürlüğüne değinse de mevcut uygulamalara yönelik sert eleştirilerden kaçınıyor. Barış vurgusu çok cılız, Kürt illerindeki ablukaya dair suskunlar. Her ne kadar Özilhan, “Başkanlık tartışması bir noktaya varmalı” dese de o “nokta”dan murat edilenin ne olduğu açık değil. Sadece TÜSİAD’ın Saray’dan çok Davutoğlu ile sıcak ilişkiler kurmayı yeğleyeceği ve “Türk tipi başkanlığa” mesafeli duracağı varsayımını zikredebiliriz.
Emek rejiminin sermayenin ihtiyaçlarına göre bütünlüklü bir biçimde değiştirilmesi TÜSİAD ve MÜSİAD’ın ortak talebi. Kamudaki personel rejiminin güvencesizleştirilmesi, performans sisteminin tüm kamu istihdamına genişletilmesi, asgari ücretin yükünün “paylaşılması”, iş hukukunda sermaye lehine değişiklikler yapılması ilk elden dillendirilenler arasında. Bu doğrultuda AKP, sermayenin uzun erimli çıkarlarını koruduğu müddetçe yeni anayasa yapımında patronların desteğini alacak.

Emek cephesine baktığımızda ise bu gidişata karşı birleşik bir mücadele zemini göremiyoruz. DİSK ve KESK’in reaksiyoner tutumu ve itirazları, emek cephesinin diğer aktörlerince sahiplenmiyor. Daha da vahimi Türk-İş Genel Kurulu’nda şahit olduğumuz gibi doğrudan Saray’a konuşan, ondan medet uman bir sendikacılığın prim kazanması. Türk-İş Genel Başkanı, “Herkes milli olmak durumunda, herkes Türkiye’den yana olmak durumunda” derken aslında emekçileri Saray’ın tasarrufları yanında saf tutmaya davet ediyor. Erdoğan da “yerli ve milli” sendikacılar dışında kimseye siyaset imkanı tanımak istemiyor.

Türkiye’nin geleceğini sermayenin talepleri, Saray’ın dayatması ve AKP’nin hedefleri arasındaki bir müzakereye terk etme lüksümüz yok. Aralarında kısmi görüş farklılıkları olsa da sayılan tüm aktörler, gücün merkezileştiği, rant mekanizmalarının iktidarla pazarlık üzerinden işlediği, ekonomik açıdan liberal, siyaseten otoriter bir reçetede mutabıklar. Bu nedenle rejim ve anayasa tartışmalarını salt liberal özgürlükler perspektifinden sorgulayan bir yaklaşımın ötesine geçip tartışmalara müdahil olacak emek eksenli, örgütlü bir mücadele zeminin kurulması elzem. Mevcut sendikal örgütlenme ise bu hedefin lokomotifi olmanın çok uzağında!