Sıkılmak…
Günler günleri izliyor. Sıkılmanın içinden sıkılarak geçiyoruz.
Sıkılma sanatının bütün incelikleri öğretiliyor. Hevesli öğrencileriz. Öğreniyoruz.
Böğrümüze oturan haberler karşısında, “yine karanlıkta kaldık…” diyoruz.
Kaç yıl önce Kraucer Usta yazmış: “Günümüzde hâlâ sıkılacak zamanı olup gene de sıkılmayanlar, hiç kuşkusuz sıkılmaya zamanı olmayanlar kadar sıkıcıdırlar.”
En azından sıkıcı değiliz, diye kendimizi avutuyoruz. Kalbimizdeki buhranı bir parçamız, organımız gibi taşıyoruz. Boş yere huzurun anahtarını arıyoruz.
Marmara Denizi köpükler içinde, balıklar nefes alamıyor, sıkılıyoruz. Bin yıllık mirası koruyamamanın ezikliği içinde çırpınıyoruz. Köylüler yaşam alanlarına sahip çıkıyor. Yalnızca bir iş makinasının ormana girip talan etmesi yarım saat alıyor. Sıkılıyoruz.
Salgın nedeniyle dünyada her gün binlerce insanı toprağa veriyoruz. Önlenebilir ölümlerin nedeninin fırsat eşitsizliği olması canımızı yakıyor. Sıkılıyoruz.
Dolar çıkıyor. Filesini dolduramayan bir annenin içine içine akan gözyaşlarından taşıyoruz. Fakirlik, çıtasını gün be gün yükseltiyor; her gün çöpten yemek arayanların gözbebeklerindeki çaresizlik büyüyor. Buna karşın yatlarda, katlarda, yalılarda kaynağı belli olmayan zenginliklerini gözümüze sokanların edepsizlikleri çoğalıyor. Sıkılıyoruz.
Turgut Uyar’ın, “Ben hep sıkıntılıyım. Yani bir adamın canı sıkılır, o benim” dizelerinden taşıyoruz. Sıkılan adamların, kadınların, çocukların sayısı katlanıyor, sıkıntıdan kentler, ülkeler yapıyoruz. Sokaklarında dolaşıyoruz. O labirentten çıkamıyoruz.
Öldürülen gazeteci Kutlu Adalı’nın eşi yirmi beş yıl sonra soruyor, sesi titreyerek… “Kocam için bir umut var mı?” Bugüne kadar adalet mekanizması işletilememiş, ölen öldüğüyle kalmış, zaten ölüm hep -nedense –bize düşmüş. Bütün öldürülenler için dizilen tuğlalardan, geçtim duvarı, kocaman bir mezarlık örülmüş. Sıkılıyoruz.
Öldürülen aydınlarımızı düşünüyoruz, gençlerimizi, çocuklarımızı… giden gidiyor ama kalan sağ kalmıyor. Ömür boyu taziyeler içinde geçen yarım bir hayata mahkum oluyor… Sıkılıyoruz.
Bir adam, o cesareti nereden, kimden aldıysa, elinde satırı kendinden boşanmak isteyen karısının, sevgilisinin boğazını kesip, “Bana bir şey olmaz, üç beş yıl yatar çıkarım!” diyor. İki dirhem bir çekirdek çizgili takım elbisesini giyerek hakim karşısına çıkıyor. Gevrek gevrek, “Namusumu temizledim” diyor. Cezasına indirim üstüne indirim yağıyor. Sıkılıyoruz.
Her yerden irin akıyor, iddialar havada uçuşuyor, ne varsa üstü örtülüyor, ruhumuz yaralanıyor. İnsan kendi boşluğundan bile kovuluyor. Binaların tepesinde aydınlatılmış sözcükler kayıp duruyor.
Bu kadar acı karşısında bir gazetenin manşeti, dışarıda oturabilmeyi “çok özledik” olabiliyor.
Galeano yazmış: “Özgürlük benim ülkemde politik mahkûmların yattığı bir cezaevi, aşk, insanla otomobil arasındaki ilişki, devrim, mutfakta bir deterjanın yapabilecekleri, zevk, belirli marka yumuşak sabunun ürettiği bir şey…” Kitaptan bu satırları okuyorum. Sıkılıyorum.
Göçmenler arsız dalgalar arasında boğuluyor. Kapitalizm her şeyi para kılıyor, Elon Musk bile bir anda kara düzende parayı pul kılmayı başarıyor! Dünyadaki ırkçılık ve milliyetçilik olgusu kılık değiştirerek kapımıza kadar ulaşıyor. “Aleviler”in yeniden kıyıma uğrayabileceği sözleri sadece tedirginlik vermiyor. Kirletilmiş geçmişimiz önümüze bir halı saha gibi seriliyor.
Şükrü Erbaş’ın, “Biz uzun uzun sıkılırız / arkadaşlarımız da sıkılırlar ki bize gelirler” dizelerindeki kalabalık yok! Kıstırılmış hayatlarımızda, evlerimizde, bahçelerimizde yalnızız artık. Şenlik çoktan bitti, biz değil yüreklerimiz dağıldı. Bir boşluk zamanında yaşıyoruz. Herkes birbirini bir depremin artçısı kılıyor. Pazar günlerinin çamaşır kokusu bütün hayatlarımıza siniyor.
Yetkin tartışmaların uzağında umut sözcüğü yara alıyor.
Bize bizim bildiklerimizi anlatan soğuk yüzlerden sıkıldık. Projesizlikten sıkıldık. Çapsızlıktan sıkıldık. Sıkılmaktan sıkıldık.
Alabora olmuş teknemizin sığınacağı yeni bir ada gerek.
İnsan arayışını tüketirse ömür bitiyor.
Yaşamak istiyoruz be kardeşim! Sıkılmadan yaşayacağımız bir hayat istiyoruz!
Çok şey mi istiyoruz?