AKP-MHP iktidarı bugüne dek kendisini eleştirenleri “düşman” saymaktaydı. Son bir hafta boyunca ülke siyasetinde yaşananlar, iktidarın bu özelliğinin daha ileri bir aşamaya vardığını kanıtlıyor.

Olayların fitili, Meclis Başkanı’nın, bir TV programda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İstanbul Sözleşmesi’ne benzer bir çekilme işlemini Montrö Sözleşmesi için de “Yapabilir” demesiyle ateşlendi.

Sonrasında 104 emekli amiralin tümüyle düşünce özgürlüğü kapsamında yaptığı açıklama iktidarın “düşman” üretimini hızlandırdı ve çeşitlendirdi.

DÜŞMANLAŞTIRMA KURUMLAŞIYOR!

Açıklama, hazırlanması ve yayınlanmasıyla ilgili tartışmalı noktalar bir tarafa bırakılarak, iktidar tarafından “anında” “darbeci, demokrasi düşmanı” olarak damgalandı; sonra da buradan “kurumlaşan” düşmanlıklar üretildi. Yalnız iktidarın siyasetçileri ve sözcüsü basın-yayın değil, ilgili-ilgisiz tüm kamu kuruluşları ve kimi işveren örgütleri de şimdiye dek görülmedik bir biçim ve hızla iktidarın düşman sayma sürecine katıldı.

Çok daha korkuncu, hak ve özgürlüklerin güvencesi olması gereken Danıştay ve Yargıtay’ın da taraf olmasıydı. Baroların zayıflatıldığı; iktidarın bir kanadının açıkça “AYM kapatılsın” diye ısrar ettiği bir ortamda, Yargıtay, “Anayasal ve yasal yetkiye dayanmayan ve milletin iradesini hedef alan hiçbir güç ve oluşum kabul edilemez” diye açıklama yaptı. Olay yargıya taşındığına göre, ileride davaya bakması olası Yargıtay, daha baştan tarafsızlığını kaybetmiş oldu.
Yargının bu açık ve yanlı tutumu bir kez daha kanıtlıyor ki, temel, siyasal ve ekonomik boyutlarıyla “insan haklarının”; hukukun bağımsız ve tarafsızlığının, basın-yayın özgürlüğü ve üniversite özerkliğinin bulunmadığı böyle bir yapının adına asla demokrasi denilemez.

Ülke siyasetinin bir türlü çözülmeyen demokrasi düğümü buradadır. AKP ve destekçilerine göre “demokrasi” yalnızca 4-5 yılda bir yapılan genel seçimlerde verilen oyların “yarısından bir fazlasının” -kimi kez hileli de olsa- alınmasıdır. Nokta.

Emekli amirallerin açıklamasından AKP-MHP iktidarının ürettiği diğer düşmanlık “Atatürk ve Cumhuriyet” düşmanlığıdır. Açıklamadan Kanal İstanbul’a karşı çıkıldığı sonucuna varan Cumhurbaşkanı Erdoğan “Atatürkçülük ve cumhuriyetçilik adına Türkiye’nin milli egemenlik haklarını tahkim edecek böyle bir projeye karşı çıkanlar, en büyük Atatürk ve Cumhuriyet düşmanıdır”; dedi ve tekrarladı: “inadına yapacağız”.

Yıllardır, karşı olduğunu saklamadığı 1923’te kurulan Cumhuriyet’in değerlerini bir “parantez” sayan, Lozan’ı ve Montrö sözleşmesini tartışan Erdoğan’ın kendi yaptıklarını unutup “Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı” suçlaması yapması; daha doğrusu yapabilmesi, tek sözcükle, siyasetin yoksulluğudur!

YA MUHALEFET?

İktidarın, “demokrasi, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı” diye baskıladığı muhalefete de söylenmesi gereken çok şey var.

Muhalefet, sözünü ettiği güçlendirilmiş parlamenter demokrasi seçeneğini bir türlü somut olarak ortaya koyamadı. Gerçek demokrasiyi topluma sunamadı. “Geçim” konusuna öncelik verirken, “özgürlük=ekmek eşitliğini” kurarak, halkın yoksullaşmasının asıl nedeninin iktidarın hak özgürlüklerden uzaklaşması olduğu bilinciyle siyaset yapmayı başaramadı. Bu yapılmadıkça da kimi başkan adayı olacağının anlamı kalmıyor.

Daha özelde muhalefet Kanal’a karşı çıkışını, ekonomik, teknik ve siyasal boyutlarıyla bilimsel verilere dayandırarak, güçlü bir biçimde toplumsallaştıramadı; İBB Başkanı İmamoğlu yalnız bırakıldı.

İktidarın “hedef” seçtiği ana muhalefet partisi CHP, bir taraftan demokrasiyi sandığa hapsedenlerden “demokrasi”; Cumhuriyet’in kazanımlarını aşındırmayı iş edinenlerden de “Atatürk ve Cumhuriyet“ düşmanı diye çifte tokat” yiyor. CHP, oy için halka gitmeden önce bu durumun nesnel bir değerlendirmesini yapmalı; kendisine gelmelidir.

Amirallerin açıklaması sonrasında koparılan büyük fırtına bir kez daha kanıtlıyor ki gerçek demokrasinin bu topraklara uğraması sonra da yeşerip kök salması, hiç de kolay olamayacak ve asrın baş ağrısı Kanal İstanbul’un yapımına da başlanacaktır. Yazık!