Referandum sonrası 'kazanan tarafın' bir bölümü zafer sarhoşluğuna eşlik eden bir 'öfke' nöbetine kapılmış durumda.

Referandum sonrası ‘kazanan tarafın’ bir bölümü zafer sarhoşluğuna eşlik eden bir ‘öfke’ nöbetine kapılmış durumda. Bu öfke ilginç bir şekilde eveti savunan ana gövde AKP içinde degil, kendilerini itinayla AKP dışında tanımlayanlarda görülüyor. Öfkenin hedefi ise hayır oyu veren sosyalistler.

Sosyalistleri ‘halkı anlamayan’ ve ‘halka güvenmeyen’ seçkinciler olarak tanımlayıp, ‘emekli darbeciler’, ‘MHP’ ve ‘nasyonal sosyalistlerle’ hareket etmekle suçlayanlar; ‘hayatımda ilk kez oy verdiğim taraf kazandı’ diye sevinç gözyaşları dökenler; ‘halka güveneceksin kardeşim’ diye efelenenlerin yeni hedefi ‘arkaik solu’ rehabilite etmek. Bu grubun son harikası kişi herkesi kendi gibi bilirmiş sözünü doğrularcasına ‘sosyalistlikten istifa işlemlerinin tamamlandığı’ nı bile itiraf etti.

Selami İnce, BirGün’de Tunceli’den yola çıkarak hayırcıların ‘Kemalizm artıkları’ olduğu iddiasının içinin boşluğunu, halk dalkavuklarının Tunceli halkının hayırını halkın cahilliğine vermelerindeki tutarsızlığı yazdı. Adnan Bostancıoğlu da ‘organik aydın’dan ‘enstitü ve fon aydınına’ dönüşüm sürecinin Türkiye’ye özgü olmadığını gösterdi.

Peki ama hayır oyu veren sosyalistlere yönelik bu şehvetli öfke niye? Neden evet oyu verenlerin bir bölümünde, kazanmanın keyfini çıkarmak dururken sosyalistlere ve sosyalizme kin kusmadan duramayan bir hazımsızlık hali var.

Bu hırçın öfkenin gerisinde aslında iki kilit kavram yatıyor: kazanmak ve rehabilite etmek!

Neoliberal bir dünyada kazanmanın şehvetine kapılmanın anlaşılabilir bir yanı var. Kazanmanın, kazanan tarafta olmanın esrikliği, doyum odaklı rekabet koşullarında kazananın haklı olacağı, çünkü kazanmanın aynı zamanda gücü de ele geçirmek demek olduğu ve gücün sahibinin de doğrunun da sahibi olacağı anlayışı tam da neoliberal sistemin mottosu zaten. Burada bir sorun yok.

Kaybedenin eski, arkaik, yenilmiş dolayısıyla yanlış, yanlış olduğu içinde haksız olduğu, dahası haksız olduğu için artık bir hakkının da olmaması gerektiği ve silinip yok olmamak istiyorsa değişmek zorunda olduğu ama yenilmiş dolayısıyla yanlış, haksız dolayısıyla güçsüz olduğundan bu değişimi de kendi başına beceremeyeceğinden rehabilite edilmesi gerektiği akıl yürütmesi de ilk çözümlemenin doğal sonucu.

Buraya kadar hiç bir sorunun olmadığı düşünülebilir. Bir düşüncedir, karşılığı vardır. 1960’lı yılların sonunda başlayan askeri darbeler çağı ve o yolla 1980’lerle kurulan neoliberal düzenin aklıdır bu. Herhangi bir okumuş yazmış da bu akla sahip olabilir, ‘halkın’ da bu aklın, bu söylemin içinde inşa edildiği, yeniden üretildiği anlaşılabilir.

Ama bu düşüncenin solla bir ilgisi yoktur, sosyalizm tam da bu akla karşı çıkmak demek değil mi? Sosyalist olmak işte bu neoliberal neomuhafazakar akla karşı, iktidara karşı, iktidar ilişkisine karşı olmanın yolu değil mi?

Spartaküs’ten bu yana solda olmak egemenin, muktedirin kurup dayattığı iktidar aklına karşı ezilenin, sömürülenin, haklarından mahrum bırakılanın yanında olmanın aklını savunmayı tanımlar.

Tam da bu yüzden solun aklı egemenlerce her daim akıldışı olarak etiketlenmiş ve rehabilite edilerek düzenin aklına uydurulmak istenmiştir. 12 Eylül 1980 Darbesi’nde Mamak’ta, Metris’te, Diyarbakır’da uygulanan böyle bir  rehabilitasyondu.

Adnan’ın söz ettiği enstitü aydınları da sosyalistlere yönelik insanlıkdışı zalim şiddete tanıklık edenlerin kapıldıkları  korkuyla saldırganın yanına geçerek şiddetten korunma çabalarından doğmuştu. Bu da anlaşılabilir. İnsan, şiddet karşısında korktuğu, örselendiği için şiddete karşı çıkmaktansa şiddetle özdeşleşerek kendi korumaya çalıştığı için suçlanamaz. İnsanca, çok insancadır.

Peki ama onun gibi yapmayanlara kin ve öfke kusmanın kaynağında ne var? Neredeyse ‘nasıl geçirdik size’ düzeysizliğine inen zafer çığlıkları neden atılıyor? İşte bu noktada kazanmanın şehvetinden sarhoş olanların ruh hali devreye giriyor. Hem ‘kazanıp’ hem hazmedememek için cidden çok örselenmiş olmak gerekiyor.

Yalnızca örselenmek değil. Kendisinin dayanamadığı ve boyun eğdiği koşullarda bile ayakta durana katlanamama hali. İçlerinden biri geçenlerde bir tv programında karsındaki liberale bile ‘pes dedirtirken’, ‘doğruyu söyleyerek siyaset yapılmaz’ bile dedi. Meselenin özü tam da bu. Hazımsızlık da buradan doğuyor. Egemenin aklına biat etmeyenin var olması, muktedirin düzenine eklemleneni çıldırtıyor.

Bu aynı zamanda bir ahlak ve vicdan sorunu da olduğundan işi vicdansız bir utanmazlığa vardırmadan duramıyor. Hayır oyu verenlerin yekpare bir blok olduklarını iddia edip, bloğu da ‘Kemalistler, emekli darbeciler ve MHP’ etiketiyle tanımlarken evet oyu verenlerin içindeki BBP, Saadet Partisi ve benzeri gruplarla kendisini bir tutmuyor.

Gericiler kaybetti diyerek evet demeyenleri, yani hayır diyenleri ve boykot  edenleri aşağılıyor. Üstelik bu aşağılamayı üst perdeden bir seçkincilikle bezeli akıldanelikle, rehabilite edilmeliler, eğitilmeliler, adam edilmeliler uslubuyla yapıyor.

Eh en azından birilerinin sosyalistlikten istifa ettiğini söylerken doğruyu söylediklerini teslim etmek gerekiyor. Hiç bir sakıncası yok, hatta eğlenceli bile olabilir. Hani manava, bakkala ‘biliyor musun ben komünistim’ diye korkmadan konuşabilmeyi sağlayabilir. Ne de olsa rehabilite edildiklerinden egemen için bir tehlike arz etmezler.  Hatta bir renk, bir çeşitlilik bile katmış olurlar mahalleye.