Sultanizm değil faşizm
Faşizm yolunda ilerleyen süreç AKP döneminde hızlanarak çalışıyor. Ergin Yıldızoğlu’nun “süreç olarak faşizm” olarak adlandırdığı siyasi yöneliş, Merdan Yanardağ’ın “İslamo-faşizm” olarak nitelediği formatta ilerliyor.
Arjantin’de sağ popülizm ile halk (sosyal haklar) düşmanlığını ve ABD/emperyalizm yanlılığını birleştiren bir söylemle devlet başkanlığı seçimini ikinci turda kazanan siyasi-pervasız Javier Milei’den sonra bu defa da Hollanda’da ırkçı-faşist kimliğini hiç gizlemeyen Geert Wilders’in partisinin genel seçimlerden birinci çıkması ve ufukta onun başbakanlığında aşırı sağ çıkışlı bir koalisyonun kurulma olasılığının belirmesi, yeni yorumları gerektiriyor.
Faşizan Sağın Yükselişi
Bir kere, kapitalist sistem içinde dünyanın (Kuzey ve Güney’in) farklı coğrafyalarında ortaya çıkan faşizan-popülist yönelimlerin dönemin ruhuna uygun ortak paydaları olduğunu fark edebilmek gerekiyor. En genel ortak payda olarak da kapitalizmin bugünkü neoliberal düzenleme evresinde, ekonomik temel ile siyasi/hukuki üstyapı arasındaki uyumsuzlukların giderek çoğalması ve burjuva demokratik modelin (güçler ayrılığı eksenli modelin) bugünkü birikim rejiminin ihtiyaçlarını karşılamakta sadece yetersiz değil aynı zamanda sistemin egemen gücü sermaye tarafından bir ayak bağı olarak da görülmeye başlanması anlaşılabilir. Bu da sistemin üstyapısında yeni siyasi/idari/hukuki dönüşüm arayışlarını pekiştirmektedir.
İkincisi, gelir, servet ve refah eşitsizliklerinin giderek derinleştiği, emekçi sınıflar yanında dünya kaynaklarının da aşırı sömürüldüğü, iklim krizinin pervasızca tetiklendiği bu çıkışı olmayan birikim rejiminde, ülkelerin/toplumların ve dünya ekonomik/siyasi sisteminin yönetilmesi giderek güçleşiyor. Bu koşullarda, sisteme yönelik sınıfsal tepkilerin mutlaka önlenebilmesi gerekiyor. Bu da ülkelerin/halkların ve emekçi sınıfların birbirine düşürülmesinden; milliyetçiliklerin, ırkçılığın, yabancı düşmanlıklarının körüklenmesinden; emekçi sınıfların kazanılmış haklarının hukuken geriletilmesinden ve hak arama pratiklerinin fiilen baskılanmasından geçiyor. Bütün bunlar da bir sınıfsal baskı rejimi olan faşizme giden süreçleri besliyor.
Üçüncüsü, bir zamanlar siyaset sahnesini –konjonktürün elvermesiyle– Keynesci/bölüşümcü politikalarla işgal eden sosyal demokrasinin, daha sonra sermayenin neoliberal politikalarına angaje olarak boşalttığı alanları sağ popülist-faşizan hareketlerin doldurması, kırk yıldır süren bir dönüşüm süreci olarak çalışıyor. Sovyetlerin çöküşü sonrasında dünyada rakipsiz kalan kapitalist sistemin siyaset yapıcılarının da sağ siyasetlere savrulmada daha fütursuzca davranabilme olanakları ortaya çıkmış bulunuyor. Bu nedenle, “Dünyanın bütün demokratları birleşin” türünden naifliklerin/koflukların, sermayenin anti-demokratik gelişmelerde oynadığı tayin edici rolün yadsınmasının veya görmezden gelinmesinin ne gibi çarpıtmalara yol açtığının görülebilmesi gerekiyor. Bunun için, “demokrat” kimliği yapıştırılanların, Filistinlilerin militarist-dinci-faşist İsrail rejimi tarafından katledilmesi karşısındaki suskunluğu hatta işbirlikçiliği, bir turnusol kâğıdı işlevi görmüş olmalı. “Sosyal-demokrat” etiketli SPD’nin başkanı ve Almanya’nın şansölyesi Olaf Scholz’un İsrail’in katliamları konusundaki aktif destekçiliği, Ukrayna savaşını bahane ederek Almanya’nın yeniden militarizasyonunu hedeflemesi, hatta ABD’nin Pasifik (Çin) politikalarına destek açıklaması, sahte sola ve onun uluslararası örgütlerine (Sosyalist Enternasyonal ve türevlerine) güvenilemeyeceğinin işaretlerinden sayılmalı.
Nihayet, dördüncüsü, ABD ve genel olarak Batı (G-7) hegemonyasının giderek zayıfladığı bu süreçte, Güney’in en güçlü temsilcisi ve yeni hegemonya adayı olarak Çin’in sahneye çıkması ve Batı’da bir hegemonya transferi “tehlikesinin” paranoyaya dönüşmesinin tetiklediği küresel savaş tehditleri büyüyor. Böyle bir hegemonya transferinin Anglosakson ülkeler (Büyük Britanya-ABD) arasında olduğu gibi pasifik yoldan gerçekleşmesi mümkün görünmüyor (Kaldı ki, İngiltere hegemonyasının iki küresel savaşla kırıldığını, yeni hegemon gücün ortaya çıkmasında katalizör güç olarak kullanılan Alman militarizminin bu savaşlarda yenilgiye uğratılmasında ABD’nin oynadığı hesaplı askerî/iktisadi rolün kullanıldığını, yani gerçekte pasifist bir geçişten de tam olarak söz edilemeyeceğini eklemek gerekebilir).
Burada sayılan ve sayılmayan tüm nedenlerle, dünya çapında örnekleri sıklaşmaya başlayan despotik siyasi rejimlerin ve henüz bu aşamaya geçmemiş “demokrasilerdeki” ırkçı-faşist hareketlerin/partilerin yükselişi, insanlığın geleceğine yönelik tehlike çanlarının hiç susmamasına yol açıyor. Bu cehennemi döngüden çıkışın tek mümkün yolu olan sosyalizmin bir iktidar alternatifi olarak geniş kitlelerin bilincinde henüz yer etmemiş veya öncelik kazanmamış olması da kötümserlikleri besliyor. Ama gene de sosyalizmin güçlenmesi ve uluslararası dayanışmasının pekiştirilmesinden başka çözüm yolu bulunmuyor.
“Sultanizm”, Bilimsel bir Kavram Kategorisi Değil
Buraya kadar yazılanlar, dünya sahnesinde giderek yaygınlaşan çeşitli faşizan eğilimlerin genel bir kategorizasyonunun yapılmasının şart olduğunu söylüyor. Başka deyişle, bunu yapmaktan bizi alıkoyabilecek partikülarist yaklaşımların kısırlığına ve çarpıtıcı özelliklerine dikkati çekmemize vesile oluyor. Bu partikülarist yaklaşımlarından biri de Türkiye’yi bu genel yönelişlerin dışına çıkararak ona tamamen kendine özgü (sui generis/nevi şahsına münhasır) bir nitelik atfetmek olurdu. AKP/Erdoğan rejimini “neo-patrimonyal sultanizm” olarak adlandırmak tam da buna denk düşüyor.
“Neo-patrimonyal sultanizm” kavramı, Osmanlı’dan sonra Türkiye’yi de bir “sui generis” vaka olarak değerlendirme yanlışını içeriyor. Kavramı Osmanlı’nın ayrıksılığını tanımlamak için ilk kullanan M. Weber’dir. Marksizme alternatif kavramlar ve analizler üretme çabasında çok heveskâr olan Weber ve Sombart ekolünden çok da hayırhah çalışmalar çıkmasını beklemek herhalde hayalcilik olurdu. (Bu konuda Maurice Dobb 1946’da ilk kez yayınlanan Kapitalizmin Gelişmesi Üzerine İncelemeler başlıklı kitabında –Türkçesi, Belge Yayınları, 1992– bu sosyologlar hakkında erkenden eleştirel konumunu yansıtmıştı. Biz de şu çalışmamıza gönderiyoruz: Vergi-Ordu Sistemleri ve Geçiş Tartışmaları, Yordam Kitap, 2023, s.203-210). Daha sonra siyasal İslamcılarda demokratikleştirici bir keramet gören ve bizdeki “ikinci cumhuriyetçilerin” esin kaynaklarından biri olan Şerif Mardin’in sarıldığı bir kavramdır “patrimoniyal sultanizm”. Osmanlı toplumu incelemelerinde sui generis’çi/partikülarist yorumu benimseyenler ile Asyagil Üretim Tarzı savunucuları arasındaki yakınlaşmaların nesnel ve öznel koşulları da böylece hazırlanmıştı. Son yıllarda, AKP/Erdoğan rejimini açıklayıcı “bilimsel bir kavram” olarak yeniden piyasaya sürülmesi ise oldukça anakroniktir. Bu kavram, sosyal bilimciyi siyasal üstyapının (sosyolojik yapıyla uyumlu veya uyumsuz) özgünlüğüne kilitlemekte, ardındaki sınıfsal dayanakları, sermayenin belirleyiciliğini arka plana itmektedir.
Kuşkusuz her ülkenin kaçınılmaz tarihsel ve toplumsal özgünlükleri bulunur. Bunlar inkâr edilemez ve analiz dışı bırakılamaz. Ama sosyal bilimlerin, toplumların gelişme dinamiklerinde belirli dönemlerde uluslararası ölçekte ortaya çıkan eğilimlerle benzeşen yönelişlerini çözümleme araçlarının bu “sui generis” yakıştırmalarıyla önemli ölçüde aşındırıldığını da görmezden gelemeyiz. Çünkü bu “sui generis” metodolojisinin sınırları dışına çıkılamadığında/çıkılmak istenmediğinde, “bilimsel görecilik” sahneye çıkabiliyor ve giderek “bilinemezcilik” gibi postmodern kavramlara yer açılabiliyor. Sınıfsal analiz yöntemine yer bırakmadan, süslü kavramların ardına sığınıp “özgün analiz” yapmanın cazibesine kapılarak gerçekte derinliği olmayan analizlere savrulmanın telafisi bulunmuyor. Marksist analizin tam olarak karşı çıktığı da bu bilimdışı kavramlar, ön kabuller ve yöntemlerdir.
Sonuç
Faşizm yolunda ilerleyen süreç AKP döneminde hızlanarak çalışıyor. Ergin Yıldızoğlu’nun “süreç olarak faşizm” olarak adlandırdığı siyasi yöneliş, Merdan Yanardağ’ın “İslamo-faşizm” olarak nitelediği formatta ilerliyor. Bu neo-faşist sürecin belirli bir aşamada duracağını, kazanımlarını yeterli görerek mevcut siyasi sistemi daha fazla zorlamayarak bir uzlaşma arayacağını düşünmek ham hayaldir. Yeni CHP yönetiminin bu süreçle baş etmesini beklemenin de şu an için ham hayal olarak gözükmesi gibi.
Sosyalist sol, neo-faşizm yolunu kararlılıkla tıkayabilecek yegâne güçtür. Bu gücünün farkında olması ve gücünü büyütmesi gerekiyor. Elbette toplumdaki tüm Cumhuriyetçi, laik ve bağımsızlıkçı unsurları da kavrayarak…