Nasılsınız?

Bu sorunun cevabı otomatiktir. İyiyim, teşekkür ederim, dersiniz.

Ama işgüzarlık yapıp tek tek hastalıklarınızı saymaya başladığınızda sorunun anlamı da ortadan kalkar. Doktor değildir ki soran, nezaketen soruyordur işte…

Lakin şu tür sorular nezaket soruları değil elbette: Ne yapmalı? Nasıl yapmalı? Çünkü bu sorular doktor-hasta ilişkisinin değil siyaset düzleminin hayati önemdeki soruları.

Geçen haftaki ‘Şaşırmak ve şaşırtmak lazım’ başlıklı yazıma, Mustafa A. adlı bir arkadaşım gönderdiği mektupta bir dizi soruyla cevap vermişti. Mustafa önce şunu soruyordu:

*Çok başarılı teşhis koyan ancak tedavi konusunda inandırıcı hiçbir şey söylemeyen doktorun hastası ne yapar? “Durumun çok ciddi ama bende ilacın yok” denilen hasta; hoca, imam, üfürükçü vb.’ye gitmez mi? Çok etkili ve başarılı ‘kötümser’ tespitlerimiz sonucunda sıradan insanları ‘alternatif tıp’ seçeneklerine, muhalifleri de umutsuzluğa sevk etmiyor muyuz?

Evet, bir bakıma öyle, bilhassa üvey ana muhalefet liderinin de hacamat türü tercihleriyle tam da böyle. AKP, büyük ölçüde çaresizlerin mecbur ‘çaresi’ olarak ortada durmayı beceriyor yıllardır ve meydan siyaset hacamatçılarına kalıyor.

»Einstein’ın “Karşılaştığınız sorunları onu yaratan düşüncelerle çözemezsiniz!” cümlesinin bu bağlamdaki yeri nedir? Sorunları yaratan düşünce ‘paradigmasının’ dışına çıkmadan ne çözülecektir?

Evet, AKP’nin başarılarından birisi de sistem için muhaliflerini kendi düşünce paradigmasına esir etmesi; bakın işte savaş ilan ediyor, ana muhalefet lideri yerli ve milli olma yarışına bayrak asma çağrısı yaparak destek veriyor.

»Kavramsal anlamda bile olsa devrim ve sosyalizmin haklı, meşru, doğru, alternatifsiz, kurulabilir, uygulanabilir, doğru anlatılırsa marazi durumlar dışında herkesin (lümpen proletarya ve AKP’liler dahil) anlayabileceği bir düzen olduğunu; aksi durumda “ya sosyalizm ya barbarlık” olduğunu söylemeden nasıl sosyalist/devrimci olunur?

Elbette bunları söylemeden hiçbir şekilde sosyalist/devrimci olunamaz. Ama iyi ki Türkiye’de bunları söylemeye devam edenler hâlâ var.

»“Gezi’de fırsatı kaçırdık” diyenler, (fantastik bir hayal kuralım) aksakallı dede (ya da Hızır) gelip “Alın, iktidar sizin” deseydi ne yapacaktı? Hangi konuda, hangi sorunda, hangi başlıkta üzerinde uzlaşılmış, üstünde düşünülmüş bir çözüm önerisi ve hayata geçirecek hangi örgütlenme vardı?

Ne yazık ki yoktu. Ama bu konuda bir imkânımız olacak. Önümüzdeki hafta sonu ÖDP’nin 9. Kongresi var: “9. Kongre’mizin açığa çıkardığı irade siyasal İslamcı rejime karşı devrimci-demokratik bir değişim programı etrafında birleşik mücadele zeminlerini geliştirmeye, bu anlamda Haziran fikrini yeni biçimlerde büyütmeye ve 2019’a giden süreçte halkı seçeneksiz bırakmayacak bir güç merkezini oluşturmaya yönelik bir sorumluluğu üstlenmektir” diye duyuruldu. Bu kongrede, bakalım bütün bunları bir kez daha tartışma ve çözüm bulma konusunda şaşırtıcı adımlar atılabilecek mi?

Çünkü şaşırmak ve şaşırtmak lazım.

Elbette bugün gelinen noktaya şaşırmıyoruz. Bu köşede 10 yıl önce gidişatı hatırlatmıştım. Kaynağım da açıktı. Amerikan istihbarat örgütlerini koordine eden Ulusal İstihbarat Konseyi’nin (NIC) yayımladığı ‘Küresel Eğilimler 2025: Dönüşen Bir Dünya’ başlıklı raporu okumuştum; bu raporda, “Önümüzdeki 15 yıl boyunca Türkiye’nin izlemesi en muhtemel yön, İslami ve milliyetçi eğilimlerin bir karışımını içerecektir,” tespiti yapılıyordu. Türkiye egemenlerine deniyordu ki, ancak bu sayede ekonomisi daha güçlü ve bölgesinde ve dünyada daha önemli rol oynayan bir Türkiye olabileceksiniz! Yerseniz!

Muktedirler yediler ama biz yemedik. Ne oldu? Bir dizi mazeretimiz daha oldu!

Ama hâlâ şaşırmıyoruz. Bakın işte mesela sözlerimizi çalmaya devam ediyorlar. Afrin’e giderken “akın var güneşe akın” şiirini okuyorlar, “gün doğdu hep uyandık” marşımızı bile söylüyorlar. Sözlerimizi çalınca haliyle fikirlerimizi söylemek, ideolojimizi ifade etmek zorlaşıyor. Algı dünyası, ideolojik şekillenme ile yaratılıyor ve sıradan ve hatta muhalif gibi görünen kelimeler dahi bu hegemonya sürecinde harç olarak kullanılıyor. Ama bu sözlerimizin hükmü hâlâ geçerli. Nasıl ki “Ehliyetimi çaldırdım hükümsüzdür” dediğimizde, araba sürme yeteneğimizi kaybettiğimizi söylemiyorsak, ‘özgürlük’ kelimesini çaldırmışsak, aslında tek derdimiz, bu kelimeyi hırsızların kullanmasını hükümsüz kılabilmektir.

Öyleyse ne yapalım? Bıkmadan Türkiye’nin hallerine el koyma çabasını sürdürelim.

i-hali, Türkiye’yi karanlıktan kurtaralım.

e-hali, Türkiye’ye eşitlik ve özgürlük getirelim.

de-hali, Türkiye’de birleşik bir muhalefet hareketini örgütleyelim.

den- hali, Türkiye’den ve kendi o-halimizden asla vazgeçmeyelim.

Onlar OHAL’i kalıcılaştırmaya çalışırken biz de kendi o halimizi yaratabilmek için cevaplarımızın gereğini yerine getirerek Türkiye’nin önüne öyle şaşırtıcı bir “yol açalım” ki dost düşman herkese “Ooooo!” dedirtelim…