Yerel seçimlere bir aydan az kaldı. Seçim sonucunda tüm ülkede belediye başkanları, büyükşehir belediye başkanları, belediye meclisi üyeleri, il genel meclisi üyeleri, muhtarlar ve ihtiyar heyetleri seçeceğiz. Başka bir deyişle kent, kır, mahalle ve köylerimizin idaresini seçeceğiz. Geçtiğimiz aylarda seçim konusu partiler arası pazarlıklar ile büyük oranda parti bürokratlarından oluşan adayların şahsına sıkışmış vaziyette ilerledi. Bu bağlamda geleceğe dair umutlandırıcı bir yerel seçim süreci yaşandığını söyleyemeyiz.

Demokrasi mücadelesinin en küçük mekansal ölçekten itibaren doğrudan ifade bulabileceği bir sürecin daha heba edildiğini söyleyebiliriz. Adayların bireysel mücadelesine seyirci bırakılan bizler yönetime talip olanların gündelik toplumsal sorunlarımıza dair anlamlı bir tahlil ve önerisinden mahrumuz. Derinleşen kentsel sorunların taşıyıcısı kadınların, kentsel muhalefetin, kiracıların, çocukların, emeklilerin, toplumsal mücadelelerin, tabanın sorun ve önerileri de görünür değil.

Aslında geçtiğimiz yerel yönetim dönemi kentçilik bakımından birçok ders barındırıyordu. Pandemi ile birlikte dünyadaki diğer tüm kentler gibi ülkemiz kentleri için de birçok sorun gün yüzüne çıkmıştı. Bunun bir sonucu olarak ideolojik bir değişim ihtiyacını ve buna yönelik arayışları da artırmıştı. Bu bağlamda geçtiğimiz dönemde kentsel alanın ne gibi krizlere gebe olduğunu ve bunlardan çıkış için gerekenleri çokça tartıştık. Fakat bugün hepsi unutulmuş görünüyor. Veya kulak arkası edilmiş…

∗∗

Covid 19 gündelik yaşamı alt üst etmiş, durma noktasına getirmiş ve “kapitalist patolojileri” yoğunlaştırarak toplumsal eşitsizlikleri yoksul aleyhine derinleştirmişti. Bu patolojiler kapitalizm altında kentle ilgili her türlü tartışmanın başlangıç noktasını oluşturan metalaştırmadan kaynaklanıyordu.

Biraz daha geçmişe gidelim… 2000’li yıllarda neoliberal birikim süreçlerine eşlik eden antidemokratik yönetim anlayışı ülkemizde kentsel ölçekte ciddi eşitsizlikler doğurdu. Bu politikalarla tüm kentsel gündelik yaşam dönüşüyordu. Bunlara yönelik bir muhalefeti Gezi ile görmüştük. Doğrudan demokrasi, eşitlik, dayanışma gibi talep ve arayışlarda izdüşümlerini gördüğümüz bu muhalefet dalgası kenti yaşam alanı olarak sahiplenirken yerel yönetim kavrayışını da alternatif arayışının bir uzantısı olarak, mücadeleci biçimde yeniden üretiyordu. Benzer arayışları pandemide, yangınlarda, 6 Şubat depreminde ve başka örneklerde de yeniden hatırlamış; birbirimize maske dikmiş, su taşımış, yemek paylaşmış, omuz olmuştuk.

Bugüne geldiğimizde özellikle sağlık, eğitim, beslenme, barınma gibi erişim sorunları yaşanan temel ihtiyaçların karşılanmasında yaşanan eşitsizliklere hala yanıt üretilebilmiş değil. Dünyanın kalanından farklı olarak ülkemizde gıda enflasyonu durmak bilmiyor. Kiralar durmaksızın artıyor, toplumun geniş kesimleri sokağa itiliyor. Sağlık ve eğitim hizmetlerinin niteliği yerlerde... Kent, kâr amacıyla satılacak bir şey olarak üretilirken yaşam alanı olarak kullanım değeri değişim değerine tabi kılınıyor ve bu durum bitmek bilmeyen bir kentsel ve kamusal kriz yaratıyor. Rantçılarla ranta karşı yaşam mücadelesi verenler arasındaki uzlaşmazlıktan doğan bir kriz.

∗∗

Tüm bunlar iktidar tarafından daha fazla neoliberalizmle daha fazla kayırmacılıkla daha fazla siyasal islamla yanıtlanıyor. Pandemi kendi yarattıkları sorunlar bahane edilerek siyasal islamın neoliberal hegemonyasını güçlendirmek için elverişli bir zemine dönüşürken kentler de uygulama alanı olarak biçimleniyor, hala. Gelecek için işaret edilen yön de farklı değil.

Buna karşın ne yazık ki muhalefetin yanıtı aynı derecede netlik göstermiyor. Ülkenin dört bir yanında kent ve beldeler hızla dönüşürken yerel yönetimler söylemi teknokratik bir görüşe kaymış durumda. Böylesi bir yönetim anlayışından da geleceğe dair umut beslemek pek olası değil.

Kriz anlarında aradığımız, geleceğe dair umut beslememizi mümkün kılan şey olan toplumsal dayanışma ancak toplumun yönetime katılım kanallarının yaratılmasıyla kalıcı hale gelebilecek. Bugün ihtiyacımız olan da bundan azı değil.