Ne kadar karanlık içinde olursak olalım, artık zamanı geçmiş bu düzene karşı yeniden başarabilmenin imkânları çoğalıyor. Yeter ki şimdi, tıpkı o günlerdeki gibi buna inanalım ve bunu isteyelim! Şimdi 37 yıl sonra artık gelecek 12 Eylül değildir, gelecek Gezi’dir, Haziran’dır!

12 Eylül'den yeni Eylüllere: Zamanı, geçmiş düzeni geride bırakmak

12 Eylül’ün 37 yılında, sanki hep 12 Eylül’deymişiz diyeceğimiz günlerden geçiyoruz. Türkiye, 37 yıldır 12 Eylül faşist darbesinin istikametinden çıkamadı. Bugün siyasal İslamcı düzene karşı mücadele tam da 37 yıllık istikametten ülkeyi ayırma, yeni bir yol açma mücadelesi olarak şekilleniyor.

• • •

12 Eylül, Türkiye’nin geleceğinin halkın aşağıdan gelişen ilerici inisiyatifi ile belirlenmesinin, bağımsızlığın, gerçek demokrasinin gelişeceği bir yola girmesinin önüne geçti. Türkiye başka bir yola sokuldu ve o yoldan geçerek bugünlere geldi. 12 Eylül’ün arkasındaki nedenlerden birisi, Türkiye’nin emperyalistlerin neoliberal dalgasının içine atılmasıydı. 24 Ocak Kararları olarak bilinen ve 12 Eylül’ün ekonomi-politiğinin ifadesi olan kararlar, bunun bir yanıydı. Diğer yanda Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin güdümünden çıkma ihtimalini ortadan kaldırmak üzere gerçekleştirilen bir darbeydi. Bunun yanunda İran’da gerçekleşen “İslam Devrimi’nin” ardından, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik politikaları içinde Türkiye’nin öneminin artması da önemli bir faktördü. Bu yönelimler etrafından hayata geçirilen askeri darbe, devrimci gelişmenin önünü keserken, siyasal İslam’ın güçlendirerek bir devlet politikası haline getirdi. 12 Eylül bu anlamda bir ‘başlangıç noktası’ydı.

• • •

Bu başlangıç noktasından 2017 Türkiye’sine gelinen süreçte, 12 Eylül farklı dalgalarla kendini pekiştirerek gelişti. 12 Eylül sonrasının ilk dalgası bilindiği üzere, demokrasiye geçiş olarak ifade edilen dönemle birlikte Özal önderliğindeki neoliberal dalgaydı. Devletin neoliberal yeniden yapılandırılmasına yönelik ilk adımlar bu dönemde atıldı. Özal, kamunun birikimlerini sermayeye devretme üzerine kurulu yeniden yapılanmanın mimarı oldu. Toplumun, 12 Eylül öncesinde, devrimci hareketin toplumsal etkinliği içinde güçlendirdiği dayanışmacı tüm değerler yerini piyasanın acımasızlığına terk edildi. 12 Eylül’ün kültürünün yerleştirildiği, küreselleşme adı altında emperyalizmle bağımlılık zincirlerinin kuvvetlendirildiği bu dönem aynı zamanda cemaatlerin de görünür olmaya başladığı yıllardı. Özal ile birlikte ilk kez cemaat-tarikat koalisyonundan söz edildiği gibi, F. Gülen Cemaati’nin de devlet katında görünürlük kazandığı zamanlardı. Siyasal İslam bir yandan devlet katında görünür olurken aynı zamanda toplumsal alanda da devletin desteğiyle siyasal İslamcı dalganın zeminlerini oluşturulmaya başlandı. Amerikancılık’ta marka olmuş, üç koyup beş alma felsefesini siyasete kazandırmış Özal, bu anlamda 12 Eylül’ü bir yıkıcı darbe olmaktan öte bir devlet düzeni haline getirme noktasındaki taşları döşemiştir.

• • •

Özal döneminin ardından (küreselleşmeye eklenme sürecinin ortaya çıkardığı rejim krizinin etkisindeki ara dönemlerin ardından) Türkiye küresel liberal rüzgarın tam etkinliği altına girdi. AKP, Özal ile başlayan ardından ağır aksak ilerleyen küreselleşme ile bütünleşme sürecini hızlandıracak, ABD’nin yeni Ortadoğu hamlesine Türkiye’yi hazırlayacak güç olarak desteklendi. 12 Eylül’le birlikte devlet ve toplum içine yerleşen, yeni ekonomi politikalarıyla ekonomik anlamda da büyüyen siyasal İslamcı çevre, Milli Görüş’ün iktidar alanıyla yetinmeyecek –ve onun kapitalizmin önceki dönemine ait geleneksel sınırlarına hapsolmayacak- bir yeni alan açarak kabuğunu kırma arzusu bu küresel rüzgarla bütünleşti. F. Gülen Cemaati başta olmak üzere, tarikat-cemaatler ve Milli Görüş içinde gelişen siyasal İslamcılar 2002’de, emperyalizmin ve tam 32 yıllık darbe politikasının devlet ve toplumda yaşattığı dönüşümün sonucu olarak iktidara geldi. Bu dönem, tam da sermayenin sınırsız dolaşımına dayanan küreselleşmenin hızla ilerlediği, Türkiye’nin yeniden yapılanmasının bu hıza ayarlandığı ve AB çıpası ile demokratikleşme söylemi etrafında siyasal İslam’ın devletleştiği bir dönem olarak gelişti. Hatırlatmaya gerek yok, bugün Suriye’de içine girdiğimiz ateşin ilk fişekleri o dönemde ABD’nin BOP stratejisine bağlı olarak ‘ılımlı İslamcılık’ çerçevesinde AKP ve Cemaat ittifakının desteklenmesi ile atıldı.

12 Eylül’ün tüm sonuçları ve hedeflerinin AKP-Cemaat ittifakında billurlaştığı bu tabloda, Türkiye hırpalanmış ilerici birikiminin tasfiye edildiği, bir şeriat devletine doğru ilerletildi. Bu dönem solda da özellikle 2010 referandumda en üst düzeyde yaşanan bir kafa karışıklığını ortaya çıkardı. AB-küreselleşme bağlamının içinde, siyasal İslam’ın inisiyatifine dayanarak (‘otantik burjuvazinin demokratik devrimi’ türünden afili analizlerle) siyasal İslam’ın devletleşmesi desteklendi.

• • •

2010 referandumu sonrasında bu durum değişmeye başladı. AKP-Cemaat ittifakının devleti ele geçirme süreci bu dönemde büyük oranda tamamlandı. 2013 ile birlikte ise (ve Türkiye’yi ucu 15 Temmuz Darbe Girişimi ile ardından sivil darbe sürecine taşıyan) iktidar kavgası yaşanmaya başladı. Bu döneme ilişkin, 2002-2010 döneminin ardından başlayan sürecin bir sapma olduğu yönündeki yanlış bir kanaat genel bir doğru olarak kabul ediliyor. 2002’ye dönüş, normalleşmenin sağlanması beklentileri ya da buraya kurulan siyasal iddialar da bu yanılgıya dayanıyor. 2002 konjonktürü, siyasal İslam’ın devlete yerleşme mücadelesinin öne çıktığı, AKP ve Cemaat’in hem uluslararası hem de içerdeki ittifaklarla kendini güvende hissedebildiği bir dönemdi. Bu dönemde demokratikleşme-değişim olarak paketlenen süreç siyasal İslam’ın mevzilerini güçlendirme, yerleşme ve güç dengelerini değiştirme dönemiydi. 12 Eylül’le birlikte devlet içinde konumlanan siyasal İslamcılar’ın, merkezdeki konumunu pekiştirme, stratejik baskı aygıtları üzerindeki tekelci hegemonyasını kurma süreci aynı zamanda Türkiye’nin dinci bir faşizme doğru ilerleme süreci olarak gerçekleşti. Neoliberal dönüşümün temsili demokrasi mekanizmalarını sınırlandıran, din ve mistisizmi geliştiren genel plandaki hareketinden de beslenen bu dönüşüm süreci, kendine özgün bir biçimde ilerledi. Kendine özgün biçim, devletin faşist karakterinin, 12 Eylül’ün yarattığı sıçrama noktası üzerinden İslamcı bir faşizme doğru evirildi. Siyasal İslam’ın kurumsallaştırılması, 2008 sonrası dünya krizinin yarattığı kaos ve içerdeki yönetme krizinin de sonucu olarak, AKP biçimsel demokratik mekanizmaları fiilen ilga eden bir yönetim biçimi ve sistemini kurumsallaştırdı. Parlamentonun fiilen kapatıldığı, demokratik mücadele alanının sınırlandırıldığı süreklileşmiş bir olağanüstülük içinde 12 Eylül açık faşizminin bir biçimine geri dönüldü. İçinden geçtiğimiz bu dönem, din devletini kurumsallaşmaya yönelik bir geçiş süreci olarak örgütlendiriliyor.

• • •

“Türkiye’yi 37 yıldır bu kuşatmanın dışına çıkarmak neden mümkün olmadı, Latin Amerika deneyimlerine benzer bir kırılma neden ortaya çıkarılamadı?” gibi sorular zaman zaman gündeme gelir. Bunun elbette tek bir yanıtı yok. Ancak, 12 Eylül sonrasında toplumun tarikat-cemaat kuşatması altına alınmasıyla yaşanan zoraki değişimin etkisi Türkiye’nin biçimlendirilmesinde önemli bir etkendi. Solun, 12 Eylül sonrasında bu kuşatmayı kıracak şekilde güçlenememesi, 12 Eylül sonrasındaki küresel neoliberal dalgalanmanın sol hareket içinde yarattığı dağılmayı önemli oranda etkiledi. Reel sosyalizmin yenilgisiyle bütünleşerek gelişen bu liberal-postmodern akımlar solda büyük bir dağınıklık ortaya çıkardı. Bu dönemin piyasacı toplumsal düzeninin yarattığı bireycileşme, örgütlü mücadelelerden uzaklaşma eğilimleri solda da bir moda haline getirildi. Bunun doğurduğu parçalanmalar içerisinde solda yeni liberal sistemle ve düzenle uyumlulaşan eğilimler güç kazandı. 12 Eylül sonrasındaki toplumsal tepkilerin biriktiği, değişim taleplerinin öne çıktığı kırılma noktalarında sol bu zaafları nedeniyle bir odak haline gelemedi.

Aradan geçen 37 yılda solun yeterince etkin olamaması, ülkenin bu hale gelmesine yol açan en önemli nedenlerden biriydi. Bu gerçekle herkes yüzleşiyor. Yine de 15 yıldır süren siyasal İslam kuşatmasının toplumu teslim alamamış olması, her şeye rağmen Türkiye’nin devrimci birikiminin de bir sonucu. Bugün ise hem dünya ölçeğinde hem ülkemizde sol ve devrimci siyaset açısından yeni bir dönemin içindeyiz. 12 Eylül’ü ve onun zincirleme dalgalarını da içine alan kapitalizmin bir dönemi önemli bir kırılmaya uğradı. 12 Eylül’ün ülkemizi içinde ittiği ve AKP ile derinleşen karanlık çukurdan çıkış için toplumsal arayış dalgası yükseliyor.

21. yüzyılda yeni bir gelecek için, yeni bir insan ve toplum için başlayan mücadeleler, şimdi 12 Eylül’ü karalarken yine 12 Eylül öncesinde ülkenin her yanında umudu yaratan devrimcilere selam gönderiyor! Ne kadar karanlık içinde olursak olalım, artık zamanı geçmiş bu düzene karşı yeniden başarabilmenin imkânları çoğalıyor. Yeter ki şimdi, tıpkı o günlerdeki gibi buna inanalım ve bunu isteyelim! Şimdi 37 yıl sonra artık gelecek 12 Eylül değildir, gelecek Gezi’dir, Haziran’dır! 12 Eylül’ün izinden yürüyenler ülkeyi yaşanmaz bir yer haline getirdi. Umut, 12 Eylül’lerin izini silemediği devrimci düşüncelerin izinden yürüyenlerde!..