Bir yol var ama…
Şimdi muhalefetin pervasız siyaset eşraflarına bakıp “yapılabilecek hiçbir şey kalmadı artık” diye düşünenleri görüyoruz. Her zaman yapılabilecek bir şeyler vardır, her zaman bir yol bulunur. O yüzden hatırlamak bugüne de anahtardır kimi zaman.
Korkut Boratav, geçen hafta BirGün Pazar’da seçim sonuçlarını tartışırken 1970’lere şöyle bir atıfta bulunmuştu: “Siyasal İslam’ın 2000 sonrasında AKP’nin örgütlenme yöntemi ve oradan aldığı güç, özünde Devrimci Yol yöntemlerinden esinlenmedi mi? Mahallerin gündelik hayatına damgasını vuran komiteler gibi… 1970’li yılların aşağı yukarı tümünde kentlerin yoksul mahalleleri, varoşları sol örgütlerindi, siyasete oralardan müdahale ediyorlardı.”
Devrimciler, emekçi yoksul halkı kudretli kılan bir aydınlanma dalgasını yaratmıştı. 12 Eylül faşist cuntası bunu kırarken, yerine siyasal İslamcıları destekledi. Hakkını arayan bu büyük örgütlü toplumsallığın yerine sermayenin neoliberal sömürü düzenine biat edecek bir toplumun yaratılması için korku ile birlikte din de devreye sokuldu.
Siyasal İslam’ın yükselişi ve iktidara ele geçirmesi böyle bir dönemin sonunda yukarıdan aşağıya devlet eliyle örgütlenmiş –ve emperyalizmin desteklediği– bir proje olarak gerçekleşti. Bugün de bir devlet eliyle kurulan sosyal ağ ve tarikatlar baskı içinde kontrol altında tutmanın aracı olarak işlemeye devam ediyor.
Bugün asıl üzerinde durmamız gereken ise siyasal İslamcıların ötesinde yoksul halk içinde, işçi ve emekçiler arasında muhalefetin neredeyse esamesinin okunmamasıdır.
Böyle olduğu oranda da muhalefetin dönüşümü adına kişisel hırsların ön planda olduğu çıkar kavgalarından başka bir şey ortada görünmüyor. O yüzden Korkut hocanın bu vurgusu vesilesiyle bir kez daha nasıl başarılacak sorusuna geçmişteki başarının izlerini hatırlayarak yanıt arayabiliriz. Bu yazıda Uşak’taki devrimci hareketin 1970’ler deneyiminin kolektif bir anlatısından oluşan Hepimizin Hikâyesi * kitabına atıfla devrimci mücadelenin öne çıkan bazı yönlerinin altını çizmekle yetineceğim.
Böyle bir tartışmada salt pratik sonuçlarına bakılarak anlamaya çalışan dar bakış açılarının ötesinde öncelikle yapılması gereken neydi sorusuna yanıt vererek, Devrimci Yol’u ülkenin her yanında örgütlü bir kitle gücü haline getiren politikanın kısa bir özetini ifade ederek başlamak gerekir.
YAPILMASI GEREKEN AÇIK SEÇİKTİ
Uşaklı devrimciler da tam bu noktada, “açıkçası ideolojik-politik konularda fikri bütünlük olduğu zaman, örgütsel olarak da ona uygun adımlar bir biçimde atılıyor. Uşak’taki örgütlülüğümüzü inşa eden Devrimci Yol’un ideolojik-politik hattı konusundaki berrak tutumumuzdu. Yapılması gereken şey, bize açık seçik geliyordu, onu yapmaya çalıştık sadece” (s. 163) sözleriyle buna vurgu yapıyor.
Devrimci Yol, faşist güçlerin emekçi halka yönelik saldırıları ve emekçi halk güçlerinin de buna karşı savunması sonucu oluşan bir iç savaş doğrultusundaki ülke gerçeğine aktif müdahaleyi ön plana alan bir siyaset çizgisini ortaya koyuyordu. Buradan hareketle de “faşist güçlerin emekçi kitlelere yönelik saldırılarının emekçi halkın bağrında son dereceğe yoğun dinamikler biriktirdiği” ve halk içinde “kendiliğinden savunma ve dayanışma” eğilimlerinin yükseldiğini dikkate alarak, bu gelişmeleri devrimci bir doğrultuya kanalize etmenin faşizme karşı mücadelenin anahtarı olarak kavrıyordu.
Tüm anti-faşist halk kesimlerini içerecek, devrimci eylemin geniş halk yığınlarının savunma ve dayanışma eğilimleriyle bağlarını kuracak bir platform olarak Direniş Komiteleri gündeme geliyordu. Faşizme karşı mücadeleyi, “halkın demokratik iktidarını gerçekleştirme doğrultusunda bir devrim sorunu olarak kavrayan” Devrimci Yol, “halk iktidar organlarının yaratılması” gerekliliğinden hareketle, Direniş Komiteleri’ni aynı zamanda “en geniş halk iktidar organlarının bir nüvesi olarak kavranması gereğinin” altını çiziyordu.
Bir başka nokta da böylesi bir önerinin somut sorunlar karşısında yaratıcı devrimci inisiyatiflere açık olarak örgütleyecek bir şablonculuğa dayanmamasıydı. Uşak deneyimi içinde “köy komiteleri”, “köy komünleri” biçimlerinde de karşımıza çıkacak, faşizme karşı mücadelenin okul ve mahallelerde alacağı farklı biçimlerde de göreceğimiz bir çeşitlilik içinde bu politika hayata geçiriliyordu. O yüzden bu devrimci pratiklerin yaratıcıları da bu durumu şöyle ifade ediyor: “Bizim geleneğimiz hiçbir zaman şabloncu ve dayatmacı olmadı. Önemli olan adı “direniş komiteleri” olan bir yapı kurmaktan ziyade, o anlayışı kendimize özgü biçimlerde hayata geçirmekti. Bizim yapımız da buydu, kimi köylerde bunun adına “komün” dedik, kimi köylerde “direniş komitesi”, mahallede bunu bire bir yüz yüze ilişkilerle hayata geçirdik” (s. 164).
ANTİ-FAŞİST MÜCADELEDE ÖN SAFLARA
Ülkenin dört bir yanında olduğu üzere, Uşak’ta da başta gençlik olmak üzere halk içinde oluşan devrimci, ilerici birikimlerin yok edilmesi için faşist saldırı dalgası örgütleniyordu. Artan saldırılar karşısında Uşak solunda “aman sokağa çıkmayın, başımıza iş gelmesin” ya da o bildik “provokasyona gelmeyelim” türü eğilimler kuşkusuz ki ortaya çıkıyor. Sonunda “sokağa çıkıp bizi engelleyenlere karşı mücadele etmemiz gerek” diyen bir tavrın etrafında birleşen aktif bir mücadele hayata geçirilmeye başlıyor. “O militan, fiili kavga süreci Uşak’ta Dev-Genç’in geliştiği, yaygınlaştığı deyim yerindeyse popülerleştiği” (s. 49) bir sonuç ortaya çıkarıyor.
Kontrgerillanın yönlendirdiği faşist güçler elbette kolay pes etmiyor. Uşak tarihini değiştirecek olay ise 17-18 Mart 1977’de gerçekleşecektir. 17 Mart günü, Eğitim Enstitüsü’ndeki ilerici öğrenciler saldırıya uğrar. Solun daha yaygın olduğu YAY-KUR (Yaygın Yüksek Öğrenim Kurumları) öğrencileri onlara desteğe gittiğinde, üzerlerine ateş açılır. Uşak’ta da silah ilk kez faşistlerce sahneye çıkartılarak gelişmeye başlayan devrimci hareketin bastırılması için karanlık tertipleri için işaret fişeği atılır.
Yay-Kur öğrencisi Haydar Ölmez vurulur, ağır yaralı götürüldüğü hastanede “komünist” diyerek müdahale etmeyen doktorların da marifetiyle kan kaybından hayatını kaybeder. Sonrasında iki gün boyunca jandarmanın yaylım ateşleri altında, onlarca yaralı, yüzlerce gözaltı ile Semiha Özakar’ın hayatını kaybettiği dişe diş büyük bir halk direnişi yaşanıyor. “Kadınlı, erkekli, genç yaşlı, toplumun her kesiminden oluşan çok gözü kara bir topluluk” büyük “cesaret, inat ve kararlılıkla” valilik nezdinde bu faşist güçleri dize getiriyordu (s. 100). Uşak halkının ve devrimcilerin büyük kucaklaşmasıydı bu. Uşak’ta artık hayat başka akacaktı…
DEVRİMCİLERİN YÜRÜYÜŞÜ
Bugünlerde pek moda bir tespit olarak toplumu ezelden ebede muhafazakâr ve değişmez bir kimlik içinde hapseden, öyle olduğunda da dönüşüm imkânlarına kapısını kapatan bir aklın muhalefetin zihnini nasıl teslim aldığını görüyoruz. Öte yandan da bir imajların fikirlerin yerini aldığı, örgütlü toplumsal mücadelelerin yerine kişilerin popülaritesinin ikame edilmeye çalışıldığı bir burjuva siyaset tarzı sola da sirayet eden yanlarıyla tüm muhalefeti teslim almış durumda.
Seçim sonrasında muhalefetin haline bakınca da kişisel ihtiraslar ve grupsal çıkarlar etrafındaki çatışmalarla ülkenin geleceğinin nasıl kurban edildiği daha açık görülüyor. Bu da mahkûm edildiği sefalet ve karanlık altında yaşamak istemeyen milyonlarca insan için bir umutsuzluk kaynağına dönüşüyor. O yüzden de dönüştürmenin artık hiç de mümkün olmadığı yönündeki fikirlerle bireysel kurtuluş-kaçış planları öne çıkıyor. Daha birkaç on yıl öncesine ait olan mücadeleler dahi şimdi bir daha yapılamaz kavlinden sayılıyor.
O yüzden şimdi muhalefetin pervasız siyaset eşraflarına bakıp “yapılabilecek hiçbir şey kalmadı artık” diye düşünenleri görüyoruz. Her zaman yapılabilecek bir şeyler vardır, her zaman bir yol bulunur. O yüzden hatırlamak bugüne de anahtardır kimi zaman.
12 Eylül öncesinde Uşak’ta anti-faşist mücadele ile hayatın her alanındaki örgütlenmelerin gelişmesi için bir inisiyatifler patlaması yaşanmaya başlıyor. Hayatın her alanına el atarken “önce şuralarda çalışma yapacağız, ilk buraları örgütleyeceğiz diye çoktan seçmeli bir örgütlenme” sırası yapmaksızın “okuldaysak okulları, çalışıyorsak işyerlerini, mahalledeysek mahalleyi, köydeysek köyü” örgütlemeye koyulan biteviye ve her yanı sarıp sarmalayan bir hareket açığa çıkıyor.
Zaten bir yerden gelen değil, oralı olan ve parçası olarak varolan devrimciler sözün değil eylemin kudretiyle hayatı dönüştürüyordu. “Günümüz mahallede geçer, yardım edilmesi gereken bir iş varsa mutlaka ucundan tutardık. Kömürü taşınacak olan varsa kömürünü taşırdık, evi boyanacak olan varsa ona yardım ederdik, yakacak odunu olmayana odun bulurduk. Derdi sıkıntısı olan ilk bize gelirdi. Kendi çapımızda sosyal devlet olmuştuk mahallede” (s. 137).
Somut sorunlara odaklanmış ve çözümü de halkın katılımıyla gerçekleştiren bir hayat örgütlenmesi, her tür başka kimlik karşıtlıklarını da aşacak bir ortaklığı oluşturduğu ölçüde insanlar da kendi hayatları hakkında söz sahibi olabilme kudretini yaşamaya başlıyordu. Hayatı da insanı da dönüştüren bu devrimci eylemcilik, 1970’ler Türkiye’sinde devrimci hareketin yarattığı –bugüne izleri saklı kalan– büyük bir devrimci toplumsal aydınlanma dalgasının yaratıcısıydı.
Benzer bir sonucu şimdi büyük oranda tarikatların da kuşatması altındaki köylerde de görmek pekâlâ mümkün. Köylere atılan ilk adım “köylülerle birlikte tarla ve bahçelerde çalışmak” biçiminde gerçekleşiyor. Böyle bir dayanışma adım adım köylüleri de içine alarak genişlerken köylüler için pek çok devrimcinin çıkar beklemeksizin yaptığı bu faaliyet bir sempati dalgası yaratır. Devrimci gençler kısa zamanda sofrada yeri olan köyün çocuklarına dönüşürken, dayanışmada köylülerin katıldığı bir imece kolektifleri biçimini almaya başlar. Ortak üretim ve dayanışmayı temel alan Köy Komünleri ya da başka yerlerde “Komiteleri” aracılığıyla, sadece tarlanın yükü paylaşılmaz sosyal-siyasal ilişkilerin dönüşümü de adım adım gerçekleşir. Zamanla farklı siyasi görüşlerden insanların da katıldığı bu ortak zeminler, köyün tüm sorunlarının da çözüm merkezi haline gelir. Elbette, bugün olduğu üzere dün de kolay değildi ki o yüzden bu mücadeleyi yürütenler de “o topraklardaki insanların yüz yıllık, belki de beş yüz yıllık hayat tarzlarını değiştiriyorduk. Bu hiç kolay iş değildi” diyor (s. 336). Bu sadece bir dayanışma değildi zira bir tür derebeyine dönüşmüş zorbalar karşısında köylüye ayağa kalkma kudretini veren bir dönüşümdü.
YARINLARINA SELAMLA
Elbette hiçbir şey kolay başarılamaz. O dönemde sırtını arkadaşına verip “yalın bilek kavgaya tutuşan” devrimcilerin ölümle yaşam arasındaki ince çizgide bitmeyen cesaret ve fedakârlıkları olmasa hiçbir şey kendiliğinden değişip dönüşemezdi.
O yüzden de böyle bir devrimciliği de “herkesin hareket için elinden geleni verdiği”, “varıyla yoğuyla bu mücadele için yaşadığı” ve mücadeleden “başkaca kaygıların ön planda olmadığı” bir bağlılığı da hatırlamak zorundayız.
İşte böyle büyük emeklerle yaratılarak, içinde halkın bağrında yeşermiş tüm güzellikleri saklayan yıldızlı yumruğun sadece dününe değil, güzelliklerinin çoğalacağı yarınlarına da selamla…
* Hepimizin Hikâyesi, Uşakta Devrimci Mücadele (1975-1981), Yayına Hazırlayan: Mutlu Arslan, SOL Kültür Yayınları.
*Uşak’taki devrimci mücadeleyi anlamak için Nurşen Bakır’ın yönetmenliğini yaptığı ve Büyük Kayalı Köyü deneyiminin anlatıldığı “Karık” belgeseli de önemli bir belge niteliğinde. Belgesel https://vimeo.com/89351401 adresinden izlenebilir.
*“Bizim Hikayemiz” yerine yazıldı.