Herkes için ve her durumda geçerli değildir elbet ama insanı politikleşirken “solcu” ya da “sağcı” yapan haksızlık karşısında aldığı tutumdur çoğu zaman. Kendisine haksızlık yapıldığını düşünenin sağcı, başkalarına haksızlık yapılmasını kabullenemeyenin solculaştığı söylenebilir.

Spartaküs’ü Alpleri geçerek kendisi ve ordusunu özgürlüğe ulaştırabilecekken, ölümüne geri dönüp kölelik düzenini yıkmaya yönelten de bu olsa gerek. Fabrika sahibi Engels, Doktor Che Guevara, her biri pırıl pırıl orta sınıfın başarılı öğrencileri Mahir, Deniz, Sinan daha niceleri…

Kendisi düzen içinde rahat edebilecekken, başkalarının acısını dindirmek için ölümü bile göze alanlarla dolu solun kadim tarihi. Sağa baktığımızda ise hissettiği ya da yaşadığı “yoksunluğu” bireysel ikbaliyle gidermek için, ezenlerin safına geçmeyi hedef belleyenlerden başka kim var?

Elindekinden başkaları için vazgeçenlerle, elde edebilmek için başkalarının üstüne binmeyi amaç edinenler arasındaki fark.

Şimdi bu gözle, daha kurulduğu anda bile ideolojik bir siyasi parti olmayan AKP içindeki çatışmanın aktörlerine bakalım. Bu çatışmadan medet uman AKP dışı siyaset erbabının sefilliğini aydınlatmaya da katkısı olabilir. Açık erişimdeki hayat hikâyeleri bize fikir verebilir.

Bir yanda, ikisi de eşraftan gelen İngiliz eğitimli Abdullah Gül ile Amerikan eğitimli Ali Babacan. Öte yanda Boğaziçi eğitimli ama akademik kariyerini Malezya’ da geçirmiş “hoca” olmuş, kitapları olan Ahmet Davutoğlu. Karşılarında ise diploma tartışması bitmeyen çekirdekten komisyoncu RTE. Bu üç çekim noktasının dar halkaları da önemli. Davutoğlu, yapayalnız bir savaşçı! Bilgisine güveniyor, güvenmekle kalmıyor bilgisine boyun eğilmesini talep ediyor. Gül-Babacan ikilisi milli ve uluslararası sermaye ile içli dışlı. RTE’ nin birbirine düşman iki askerinden Süleyman Soylu yerel ve yerli ve genç yaşından beri komisyonculuk (sigorta) işinde, Damat bey Amerikan tahsilli ama eğitimi turistik gibi geçmişe benziyor.

Sağcılıkları dışında ortak noktaları yoksunluklarını doymak bilmez bir güç arayışına çevirmiş olmaları. Onları asıl ortaklaştıran ise kendilerine yapıldığını düşündükleri haksızlığa, maruz kaldıklarını sandıkları mahrumiyete karşı hasetle büyümüş olmaları olsa gerek. Birbirlerinin bu hallerini en çok da kendileri biliyorlar. Örneğin Davutoğlu için önce Gül ardından RTE emrinde çalışmak, bir yandan aşağılayıcı bir yandan da kibrini destekleyen bir süreç olarak geçmiştir olasılıkla. RTE’ nin tek adam olma sürecinde Gül’ e, Babacan’ a ve Davutoğlu’ na “katlanırken” nasıl kin biriktirmiş olabileceğini tahmin etmek de zor değil.

Hepsi düzeni değiştirmekten değil düzende en tepeye çıkmaktan yanalar. Haset zaten ilkesizlikle işbirlikçi olduğundan bu 17 yılda gözü en kara olan, en sokakta yetişen, en komisyoncu olan/ lar kazandı. Bundan sonra aralarından daha iyi olan değil “daha da kötü olan” kazanır.

Türkiye’ ye de özgü değil bu: Trump, Macron, Johnson, Bolsonaro zibil gibi çoğalıyorlar. Berlusconi’ye, Sarkozy’e, Hillary’e bile katlanamayan bir kriz var. Bizde de Demirel’i, Erbakan’ı mumla arayanlar olması gibi. Siyasal alan politikleşmiş insanların, insanlık için eylemde bulunmalarına hızla kapanırken demokratik siyasetin içi boşalırken, bu “aparatlara” dünya düzeninin ihtiyacı var. Birinci Dünya Savaşı sonrasının da bir emekli onbaşıdan Führer yaratması rastlantı değildi.

Demem o ki AKP’nin içerden çökmesine bel bağlamak daha güçlü bir RTE’den başka bir sonuç vermeyebilir. Bir şekilde yeter ki o gitsin diye kurulan her ittifak daha da despotunun gelmesiyle sonuçlanmaktan başka işe yaramaz.

Başkasının acısını dindirmek için kendi rahatından vazgeçenlere bakmamız gerekli.