Avrupa uygarlığı yeni bir sınav veriyor. Ve görünen o ki dünyanın en zengin kıtası bu sınavdan da geçemeyecek.

Midilli adasında günlerdir aç susuz, açık havada yaşamını sürdürmek zorunda kalan binlerce sığınmacıdan söz ediyoruz. Almanya hariç hiçbir Avrupa Birliği (AB) ülkesi, bu sığınmacıların bir bölümü; hiç değilse kimsesiz birkaç yüz çocuğu almayı kabul etmiyor.

Kimi Avrupa ülkelerinde bu konu gündemde bile değil. Vicdanlı uygar insanların çabaları sonuç vermiyor. Zor durumdaki sığınmacılarla ve bu sorunla baş edemeyen Yunanistan’la dayanışmanın sadece bir vicdan sorunu değil; uluslararası hukukun (ve tabii Avrupa hukukunun) dayattığı bir zorunluluk olduğu biliniyor elbette. Ancak tüm insanlığın gözü önünde işlenen bu suç, çoğunluğun umurunda değil.

Yetkililer konuyla ilgili yaptıkları açıklamalarda Avrupa’nın bu soruna “ortak bir çözüm” bulması gerektiğini vurgulasa da söylediklerine kendileri de inanmıyor.

***

Günlerdir Alman hükümetini insancıl adımlar atmaya çağıran vicdanlı insanların, gerçek demokrat muhalefetin ve yerel yönetimlerin girişimleri etkili oldu. Şansölye Merkel konuya el attı ve sonuçta Almanya, Midilli’deki Midilli ve diğer Ege adalarındaki kamplarda tutulan sığınmacılardan bin 553 kişiyi almaya karar verdi. Daha önce alınan kararlarla birlikte Yunanistan’dan alınacak toplam sığınmacı sayısı 2 bin 750’yi bulacak.

Almanya daha sonra da ortak çözüm için AB içindeki çabalarını yoğunlaştıracak. Çünkü Yunanistan’daki kamplarda aralarında yüzlerce Covid-19 hastası da bulunan binlerce sığınmacı var ve bunlar halen aç ve açıkta…

***

Almanya’da hükümetin kararı kamuoyunu rahatlattı. Günlerdir Midilli’den gelen haberlerin, toplum vicdanına yaptığı basıncın şiddeti büyük ölçüde azaldı. Ancak konunun bir başka boyutu daha var. Pek çok kişi, “2015’teki kriz asla tekrarlanmamalı!” görüşünde birleşiyor. 2015’teki krizde Almanya, sınırlarına yığılmış yüzbinlerce sığınmacıya kapılarını açmış, birkaç ay içinde ülkeye, bir bölümü kayıtlara bile girmeyen 1 milyona yakın insan gelmişti. Ülke halen bu krizin yol açtığı siyasal ve sosyal sonuçlarla boğuşuyor.

Almanya’nın aldığı bu kararın bazı AB ülkelerini harekete geçirebileceğini uman iyimserler de var. Bunlar en azından birkaç Avrupa ülkesinin Almanya’nın tavrından “utanıp”, yumuşayabileceklerini düşünüyorlar.

Ama görünen o ki sonuçta çoğunluk, yani karamsarlar haklı çıkaracak. Çünkü başta 2015’te Almanya’yı destekleyen İsveç ve Avusturya olmak üzere bazı büyük ve zengin AB ülkeleri bu konuda alınacak bir ortak kararın beklenmesi gerektiği görüşünde.
Midilli’deki Moria Kampı’ndaki yangının adadan bir an önce kurtulmak ve zengin Batı Avrupa ülkelerini hedefleyen yolculuklarına devam etmek isteyen sığınmacılar tarafından, bilinçli olarak çıkarıldığına dair haberler de katı tutumlarını sürdürmek isteyenlerin elini güçlendiriyor. Bunlar, Almanya örneği tekrarlanırsa, oralardan kurtulabilmek için, kampları yakıp, tahrip etmenin “etkili bir yol” olarak görülebileceğini, böylece gelecekteki benzer “şantaj” girişimlerinin teşvik edileceğini ileri sürüyorlar.

***

Almanya’nın halen dönem başkanlığını da yürüttüğü AB’ni ne ölçüde kımıldatabileceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Bunun için öncelikle sorunun büyüyerek böylesine çözümsüz bir boyuta gelmesinde kendisinin de büyük suçu olduğunu kabul etmesi gerekiyor.

Krizin henüz böylesine yakıcı olmadığı dönemlerde İspanya, İtalya ve Yunanistan gibi ülkeler, giderek büyüyeceği belli olan bu sorunla yalnız bırakılmamalıydı.

Almanya, AB’yi halen yürürlükte olan “Dublin Yönetmeliği”nin bu soruna bir çözüm olacağına dair ikna etmişti. Yönetmeliğe göre, herhangi bir Avrupa ülkesine sığınmak isteyen kişinin durumu, hangi AB ülkesine giriş yapmışsa, orada incelenip karara bağlanıyor. Yani sığınmacılar, başvuruları değerlendirilene kadar -ki bu durum yıllarca sürebiliyor- ilk giriş yaptığı ülkedeki kamplarda kalmak zorundalar. Bu durum, özellikle Suriye’deki iç savaştan sonra Yunanistan’daki kapasitesi zaten yetersiz olan kampların dolup, taşmasına neden oldu.

Örneğin, kapasitesi en fazla 2 bin olan Moria Kampı ve çevresinde 12 bin kişi yaşıyordu. Sözünün dinlendiği o dönemlerde bu yükün paylaşılması gerektiğine önce Almanya’nın kendisinin inanması, sonra da diğer AB ülkelerini yükümlülük altına alan anlaşmalara zorlaması gerekiyordu. İmzaya yanaşmayanları da o dönemki gücüyle buna ikna edebilirdi. Bu yapılabilseydi de sorun tam olarak çözülmeyecek ancak birliğin ortak zenginliklerinden tepe tepe yararlanan üye ülkeler, gönülsüz de olsa kısmi sorumluluklar üstlenebilecekti.

Avrupa şimdiki haliyle bu “uygarlık sınavı”nı veremiyor. Bu durum da asıl çözüme dayanışmanın, paylaşmanın, insan hakları ve demokrasinin gerçekten egemen olduğu bambaşka bir dünya için mücadeleyle ulaşılabileceğini savunanların kendilerine ve tüm insanlığa karşı sorumluluklarını daha da artırıyor.