Pandemiden en az tahribatla çıkan ülkeler yönetim anlayışıyla da öne çıkıyor. Pandemi sürecinde gelir dağılımı adaletsizliği, temel ihtiyaçlara ulaşımda eşitsizlik gibi sebeplerle en çok yoksullar ve azınlıkların olumsuz etkilendiğini biliyoruz.Ekonomik koşullardan, konumlardan bağımsız olarak her ülkeyi, her sınıfı hedef alan bu salgınla mücadelede sağ popülist politikalarla yönetilen ülkeler güç döngülerinin devamlılığı için aldıkları kararlarla belki zenginleri ve destekçilerini korumayı, hatta daha da zenginleşmelerini sağlamayı başardılar. Ancak önceliklerin eşit ve herkesi kapsayan bir anlayışla belirlenmediği koşullarda virüsün yayılmasının önüne geçilemiyor, normalleşme sağlanamıyor. Bu da bize kamu mülkiyetinin önemini, ücretsiz sağlık ve ücretiz aşı erişiminin tüm toplumun sağlığını korumak iççin olmazsa olmaz olduğunu acı deneyimlerle öğretiyor. Buna en iyi örnek yakın zamanda siyasal iktidarın değişimiyle birlikte açık bir tutum değişikliğiyle yönetilen ABD.

Trumph’ın virüse meydan okuyarak meydanlarda haykırarak sürdürdüğü seçim mitingleri ve sağlık politikaları tüm dünyaya hükmetmeyi görev edinmiş ABD’yi 200 bini aşkın can kaybı ile Covid-19 kaynaklı ölümlerde başı çeker duruma düşürdü. Trumph “en düşük ölüm oranı bizde” gibi açıklamalarla güçlü ve rakip gördüğü ülkelerle yarışa girmişve salgınla mücadelede aldatmacayla başarı öyküsü yazmaya çalışmıştı. Biden ile birlikte aşı herkesin erişebileceği şekilde eczanelerde hatta marketlerde bile yapılır oldu. Ekonomik destek paketleriyle mağdur kişi ve iş kollarına destek ve asgari ücretin yükseltilmesi sağlandı. Biden gıda programlarını genişletmek için başkanlık yetkisini kullandı, kirasını ödeyemeyenlerin tahliyesine yasa getirdi, öğrencilerin eğitim kredilerini ve faiz ödemelerini askıya almak gibi önemli adımlar attı. Sonuç olarak hızla yaşam normale döndü. Yoksulu, en zayıfı bir kenara atarak çözüm sağlanamadığı ortada. Dünyayı sarsan küresel sorunları, iklim değişikliğini, kaynakların tükenişini, gıda erişim risklerini görmeden geçici ve tekçi politikalarla yönetim yerine küresel dayanışmanın önemi artık dünya gündeminde. Yeni rejim ve tutum arayışları, bilimsel ve felsefi bakışa muhtaç. Pandemiyiaşmadan kimsenin nefes alamayacağını anlamaksa çözümün ilk adımı.

ABD’de yaşananlar sadece bir örnek aslında. Satır başları olarak aktardığım büyük cümlelere, başka ülkelere kıyasla övünmelere aşinayız. Pandemiyle birlikte derinleşen küresel adaletsizliğin; nesiller arası kavrayış ve iletişimin küresel boyutta yaygınlaşmasıyla aşılabileceğini görmemiz gerekiyor. Toplumsal sorunların, adaletsizliklerin, insan hakları mücadelesinin ortaklaşmasıyla başka bir öykü yazmak mümkün. Değişen dünya koşullarında neo liberal politikalarla yok edilişi geleceğimizi tehdit eden doğanın, yaşam alanlarının korunması için ortak planlar kadar fikirsel paylaşımların da önemi artıyor.

Ülkemizde en fakirin hakkını yok sayarak en zengini korumayı görev bilen anlayışın son “normalleşme” paketi açıklandı. 1,5 yıldır desteksiz, yardımsız ve anlamsız şekilde sadece belli sektörlere, küçük esnafa getirilen yasaklar iktidarın pandemiyi toplumsal yaşama müdahale için bir fırsat olarak gördüğünü gösteriyor. Koruyuculukla ilişkisi hiç olmayan alkol yasakları çok tartışıldı. Son paketle birlikte kafeler restoranlar açılırken sadece barlar, eğlence mekânları kapalı bırakılmış. Kararın kalabalık ve yakın temas kaygısıyla alındığını varsayalım o kalabalık ve yakın temas nedense Gezi isyanının yıl dönümüne denk getirilmiş Taksim Camii açılışı ya da futbol karşılaşmaları için geçerli olmuyor. Camide değil de meydanda namaz kılmak bir önlemse açık hava buluşmaları, tiyatro oyunları, konserler için neden aynı önlem geçerli değil? Bu sorunun yanıtı çok açık. Pandemi yasakları politik!

Kültürel gelişim ve paylaşımlara düşman olan iktidarın hedefinde çok uzun zamandır sanat ve sanatçılar var. Düşünceye, üretime, yaratıcılığa tahammülü olmayan iktidar salgın bahanesiyle tutarsızlıklarla dolu uygulamaları sırasında sanatçıları, saraya yakın şarkıcılardan ayrı bir yere kıstırdı. Sanatçılara yapılan yardımlar milyonluk kaşelerle belli isimlere dağıtıldı. İki yüzün üzerinde müzisyenin intiharına seyirci kalındı. Sanatın bunca kara günün ortasında yaşamı diri tutacağı, insanların geleceğe dair umudunu güçlendireceği görmezden gelindi. Sinemalar açılırken tiyatroların neden hâlâ kapalı olduğunu sormak anlamsız. Yakında sinemalarda gösterilecek filmler de markette atın alınmasına izin verilen ürünler gibi kararname maddesi olursa şaşırmayın. Recep İvedik son sürüm serbest, Ahtapottan Öğrendiklerim yasak denmesi yakındır.

Geçtiğimiz yıl ve bu yıl kitap fuarları da yapılamadı. Salgında evde tutsak hayatları renklendirmek için İzmir Büyükşehir belediye başkanımız Tunç Soyer sanata verdiği önemin bir göstergesi olarak YayKoop ile birlikte düzenlediği Sanal Kitap Günleri ile “aydınlığa tutunmalı” diyor. Bir süredir yerel yönetimlerimiz sanatçıları korumak için olanakları dahilinde –yetmesi, yetişmesi mümkün olmasa da- destek ve dayanışma için adımlar atma gayretinde. Sanal kitap günleri ile dört duvar arasına hapsedilmiş ruhlarımıza kitaplarla, yaratıcı akılla, felsefeyle, edebiyat ve düşünceyle erişmek amaç. Kültürel yaşamı, karşı karşıya kaldığımız gerçekliğe göre yeniden kurma gayreti iyileşmek ve yola devam etme gücünü bulmak için önemli.

Sırtımızı düşünceye dayayıp Ataol Behramoğlu’ndan Zülfü Livaneli’ye, Murathan Mungan’dan Barış İnce’ye Şükrü Erbaş’tan Hilmi Yavuz’a, Barış Terkoğlu’na, Mine Sögüt’ebirçok ülkemiz yazarı yanı sıra Jeremy Corbyn, Slavoj Zizekve Alenka Zupancic gibi uluslararası öneme sahip düşünürleri evlerimize konuk ederken iktidar normalleşme adına attığı adımlarda toplumun gözlerini sanata kapalı tutmaya kararlı görünüyor.

Küresel adaletsizliği aşmak, sosyal adalete ulaşmak için felsefe söyleşilerinden birinden Jeremy Corbyn’in sözleriyle bitirelim: Gücünüz olmadan, umudunuz olmadan yaşamak zorunda değilsiniz. İşler değişebilir ve değişecektir.”