Can Yücel “Başka türlü bir şey benim istediğim” der şiirinde, “ne ağaca benzer ne de buluta”. Bir memnuniyetsizlik, arayış halidir bu. Size sunulan dünya ile uyum gösterip gösteremediğiniz belirler bu memnuniyetsizliği. Bu memnuniyetsizlik toplumdaki yerinizi de belirler. Zaten seçenekleriniz sınırlıdır: Sorgulamaksızın biat etmek, biat ediyormuş gibi görünmek ya da tümden itiraz etmek, eleştirmek, değiştirmeye çalışmak.

Son seçenek biraz zorlu bir tercihtir. Bedel ödemeyi gerektirir. Yerleşik olanla çatışmak, mevcut düzenden nemalananlarla onların iktidar gücünü kullanarak ikna ettikleri geniş kitleler açısından sizi öteki haline getirir. Uyumsuzsunuzdur, rahatsızsınızdır, memnuniyetsizsinizdir, göçebesinizdir. Oysa biat etmek sakinleştirir insanı. Rahatlatır. Bir okey takımına, oyun kâğıtlarına, kulağınıza fısıldanan çay sesinin zarif bir biçimde kıvrılan bir bilek hareketine dönüp yeşil çuhaya konmasına, bir futbol maçındaki biz olma duygusuna, dizilerdeki hayaller dünyasına teslim edersiniz kendinizi. Çıkış yoktur zaten. Sistem itiraz edenlere uygulanan şiddeti içselleştirir size. Hak etmişlerdir. Biat etmemişlerdir. Boyun eğmemişlerdir. Her şeyden önce umut etme cüretti göstermişlerdir. Nefret edersiniz. Nedenini bilmezsiniz ama nefret edersiniz.

Sizin kimden nefret etmeniz gerektiği size kitle iletişim araçları ile bildirilecektir. Medya bunu için vardır. Sizi inandırmak için. Yani Orwell’ın 1984’ü kafamızın içindedir. Uyum meselesi taşrada ise daha ağır bir meseledir. Kimin ne olduğu bilinir. İtiraz eden, biat etmeyen biri varsa, onun hakkından gelmek için bilenenler iktidarın işaretini beklerler. Nefret toprağa saçılmış bir çeşit tohumdur filizlenmesi beklenir. Çıkarlar daha belirgin, taraflar daha nettir. Kolay kolay itiraz edilemez. Buna karşın suskunluk da bilinmezliktir. Korkutucudur.

Türkiye bir süredir taşra siyasetinim girdabında. Çevrenin merkezi teslim alması demokrasi falan getirmedi. Tam tersi taşranın umutsuzluğunu, durağanlığını, her an hissedilen ama dillendirilmeyen baskısını toplumun bütününe yaydı. Umutsuzluk çoğaldı.

Türkiye için rejim değişikliği anlamına gelen referandum taşra siyasetinin baskısına kentlerden yükselen itirazdı.
Şimdi dip dalgası iktidar için korkutucu bir sessizlik olarak çevreye doğru yayılıyor. Taşra biat üzerinden beslendiği huzuru merkeze yaydığı siyaseti ile kaybetti.

İktidar kendisinin yatağı olan Taşraya seslenerek çıkış arıyor. Oysa kıraathane taşranın mutsuzluğunun umutsuzluğunun, çaresizliğinin, ruhsuzluğunun kalbidir, umudunun değil.

Türkiye’de iktidarın hesap edemediği bir dinamiklik şekillenmektedir. Toprağını sata sata mülksüzleşen, borç batağındaki çiftçi ile işini kaybeden işçinin yazgısı ortaklaşmaktadır.

Türkiye AKP’li yıllarda fason üretim, yabancı sermaye sarmalında, özelleştirme fırtınasında sanayisini yitirdi. Kamu hizmetleri piyasalaştı. Borçluluk patladı. Kentlere sürülen milyonlara parti ilişkileri ile taşeron ağları üzerinden hizmet sektörümde (özellikle kamu alanında)sunulan iş imkânları, bir süre sonra kışkırtılan ihtiyaçların baskısı ile kentin özgür havasında huzursuzluğa dönüştü. Ucuz işgücü arzı ile geçim ücreti arasındaki fark gerilimleri arttırdı. Açıktır ki Türkiye ekonomisi ile vatandaşın bütçesi aynı özelliklere sahip. sürekli açık veren, borcu borçla kaptan, malını mülkünü satan, elindeki kaynakları dönüşü olmayan yatırımlara aktaran, mülksüzleştiren bir ekonomi. Kazananı olmadığımız bir oyun bu.

Kazananları belli olan bir oyun.

Değişim rüzgârları esiyor şimdi. Umut filizleniyor. Ancak başka türlü bir şey daha filizlemeli. Gündüzleri işsiz kalınmayan, geçeleri aç yatışmayan ekmek gül ve hürriyet günlerine olan hasret. Yoksa bugün esaretten kurtuluş şarkıları yarın başka bir esarete bizi mahkûm edebilir.

Türkiye karanlığa artık yeter tamam diyecektir. Karanlıktan kurtuluş bugün tek amaçtır. Ancak yetmez güneşe, denizlere yürümeli.