Bugün AKP’nin de oy aldığı kimi kesimlere ulaşmanın yakıcılığından, emekçi kesimlere ulaşmanın öneminden, laik kesimlerin söylenen değil örgütlenen bir hale gelmesinden dertli yüzlerce yazı yazılabilir. Nasıl olacak ve kim yapacak sorusu ise belirsiz bir “biz”e havale ediliyor ki bu en kötüsü

“Biz”i örgütleyemeyenlerin ülkesi

Boş hayal ile umut arasında bir fark var. Gece uzun sürdüyse gündüzün yakınsaması beklenir ama toplumların davranışı bu denli “gerekirci” değildir. Çoğu zaman güneşin doğurulması, günün uyandırılması gerekir. Son seçimlerden sonra ve gelen ekonomik çalkantıyla, ülkesinden ve toplumdan umudunu kesen geniş bir kesim olduğu açık. Üst üste yaşanan seçim yenilgileri, önlenemeyen hileler, bir atak içerisinde gözükmeyen muhalefet güçleri; iktidarın uygulamalarından memnun olmayan yurttaşları bir psikolojik buhranın içine soktu. Ülkeden ümidi kesmek ile mevcut rejimle kimi düzeylerde uzlaşmak arasında gidip gelen bir salınım hali yaşanıyor. Seçimlerden önce bir şeylerin değişeceğini düşünüp sert açıklamalar yapan sanatçıların, seçim sonuçlarından sonra “aslında hükümetin de iyi yönlerini görmek lazım” türünden açıklamaları da bu salınıma örnek gösterilebilir.

Bir taraftan da her şeye rağmen bir şeylerin düzelebileceğini söyleyenler var. Bunu söyleyenlerin, “nasıl değişeceğine dair” somut öneriler getirmedikçe umutsuz kesimi ikna etme şansı zor. Muhtemelen kendi içinde çeşitli çabalar içerisinde olan muhalif grupların, bu çabalara katılmayan insanları suçlayıp, “ne umutsuzluğu canım, bakın biz şunları yapıyoruz” demesi yeterli olmuyor. Çünkü bu çabalar sıradan insanlar için yeteri kadar görünür değil. Üstelik gündelik yaşam kavgası içerisindeki yurttaşların bu çabalara katılma kanalları da yeterince açık değil. Kurulan meclislere nasıl dâhil olacağını bilemeyen, derneklerin faaliyetlerini idrak edemeyen, hatta çok basit olmasına rağmen muhalif yayın organlarına dahi nasıl abone olacağını bilemeyen çok geniş bir toplam var.

Dibe batmak
Umut tıpkı bilinç gibi birlikte edinilen bir şey… Umudu örgütlemedikçe ya da görünür hale getirmedikçe ümitlendiklerimiz hayalin ötesine geçmeyecek. Umudu yayılmayan kitleler ise çürümeye ve teslimiyete mahkûm. Kızmak ya da küsmek insani olmakla beraber sürdürülebilir değil. Çünkü biz küsmüş otururken kaybettiklerimizi geri almak kolay olmayacak. Son zamanlarda umutsuz kitleler, bir şeyler kötüleştikçe ya da kaybedildikçe, “beter olsun, dibe vuralım, belki vurur da zıplarız” görüşünü dile getiriyor. Oysa kuyunun dibinde balçık olduğu görülüyor ve zıplamak zor.

Ülkelerdeki kimi siyasi çalkantılar, ekonomik krizler ve savaşlar, sonrasında çiçekli birer gül bahçesi getirmez. Bilim kurgu filmlerindeki gibi çetin uzay savaşlarından sonra yeryüzünde güneş açıp çiçek bitmez. Pek çok ülke ve nesil perişan olurken eskinin yerine daha beteri gelmiştir. Her şey çok kötü olsun da baştan kuralım yaklaşımı, “devrimci” bir tutumdan ziyade felaketi izlemekle yetinip metafizik bir kıyamet sonrası cennet senaryosu beklemeye denk düşer.

Yapamamanın, becerememenin kılıfını bulmaktan ibaret söylemler bunlar... Çokça verilen Osmanlı ve genç cumhuriyet örneği de bu “teorik” kılıfa uymuyor. Ülkeyi korumaya dayalı ulusal bir kurtuluş savaşı içerisinden gelişip eski düzenle hesaplaşan mücadeleyi, “beter olunsun” diye oturup ülkenin sömürgeciler tarafından parsellenmesini beklemekle karıştırmak hangi akla hizmettir?

Siyasal İslam’ın bu ülkeye ettiği kötülüklerin daha berrak görülmesi ve tarih sayfalarında kara bir leke olarak kalması açısından “dibe vurmak” deyimi kullanılıyor olabilir. Bu doğru olsa da kaybedilen mevzilerin gelecek kuşakların zihninde yeniden canlandırılması daha zor olur. Üç nesil sonra çocuklara, “bir zamanlar karma eğitim vardı” dediğimizde zihinlerinde uçuk veya şeytani bir fikir belirmemesi için bu mevziinin somut haliyle gündelik yaşamdan uzaklaşmaması gerekir. Parasız sosyal devlet uygulamalarının bugünkü nesiller için “gerçekleşmeyecek birer ütopya, anlamsız birer proje” olması, kaybettiklerimiz ve gösteremediklerimiz nedeniyledir.

Örnek yaratmak
O zaman burada iki görev çıkıyor karşımıza… Mevcut mevzileri korumak için çabalarken, gelecekte kurmak istediklerimize dair örnekler yaratmak. İlki refleks olarak dahi yapabileceğimiz bir şey iken ikincisinin üretilip inşa edilmesi gerekiyor. Ekonomik yıkımda mevcut fabrikaların, kamu tesislerinin peşkeşine karşı çıkarken; aynı zamanda mağdurlarla, yoksullarla dayanışma ilişkilerini geliştirecek faaliyetlerin görünür olması elzem. Kredi mağdurlarıyla, borçlularla, sosyal yardım alan kesimlerle, işten atılan yurttaşlarla kurulacak kalıcı dayanışma ilişkileri çokça söylenen “farklı kesimlere ulaşma” hedefine de muhalefeti yaklaştırır. Üstelik anlam dünyamızda yeri olacak örnekler yaratmak, o örneklerin yayılması için mücadele etmeyi de kolaylaştırır. İnsanlar “iyi de nasıl olacak” dediğinde en kestirme yol, onlara somut örnek göstermektir. Bu örnek pratiklere sıradan insanların katılımının önü açılmak zorunda… Aksi halde sınırı belli dernekler kurmanın ötesine geçemeyiz. Eğitim alanında da benzer dayanışmacı kurumlar oluşturulabilir ki bu, kamunun savunulmasından ayrı düşünülemez.

İyi de bunları kim yapacak? İşte kimileri için bir umutsuzluk bahanesi daha… Genelde yayınlarda” şu yapılmalı, bu yapılmalı” diye yazılan yazılara insanların tepkisi, “tamam, yapın o zaman” veya “peki kim yapacak” oluyor. Okudukça pek hoşa giden çok doğru “tespit ve öneriler” bir özne içermediğinde yazanın aklını sevdiren ve sosyal medyada paylaşım hevesine kurban giden cümlelere dönüşüyor. Yapılması gerekenler hiç bu kadar berrak değilken bunların yapıl(a)maması umutsuzluğun temel kaynağı. Bugün AKP’nin de oy aldığı kimi kesimlere ulaşmanın yakıcılığından, emekçi kesimlere ulaşmanın öneminden, laik kesimlerin söylenen değil örgütlenen bir hale gelmesinden dertli yüzlerce yazı yazılabilir. Nasıl olacak ve kim yapacak sorusu ise belirsiz bir “biz”e havale ediliyor ki bu en kötüsü.

Burada özne olarak en geniş anlamda sol muhalefet bir çıkış noktası oluşturuyor. Bu muhalefet içinde kendi iç koltuk çekişmeleri ile uğraşanlar, işlevsiz parlamentoyu öncelikli bulanlar ya da etnik-mezhepsel temelli siyaset sınırlarını kendilerine yeterli görenler olabilir. Bu kesimleri bir kenara atamayız elbette ama onların dışında kalan daha dinamik unsurları ve halk kesimlerini şimdilik çekirdek özne olarak alabiliriz. Bu çekirdek özne, kendi dış halkasını da etkileyip kısır tartışmalardan uzaklaştırabilir. Sosyal medyada sıkça “biz” diye bahsedilen muğlak kalabalığı; hedefli ve umutlu bir “biz”e dönüştürecek olan da bahsettiğimiz çekirdek öznenin “biz” olmasından geçiyor.

Burada “biz”i öldürmek isteyenler vardır olacaktır da… Bundan yakınabiliriz. Oysa asıl yakınılacak şey burasının “biz”i örgütleyemeyenlerin ülkesi olması.