Boğaziçi elitizmi ve kültürel iktidar

Yürümek;

yürümeyenleri

arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,

havaları boydan boya yarıp ikiye

bir mavzer gözü gibi

karanlığın gözüne bakarak

yürümek!..”*

ÖZGÜR düşüncenin en önemli kaynağı olan üniversitelere, iktidarın baskıları yeni değil. Boğaziçi Üniversitesi’ne partili bir ‘nefer rektör’ atanmasıyla başlayan protestolar; herkesi dışlayan iktidarın adeta toplu taşıma pasosu gibi dağıttığı “terörist” damgasıyla karşılanıyor. Baskının şiddete dönüşmesi için sıradanlaşmış bu adımla gençler dayak yiyor, tutuklanıyor. Her kanalda saatler süren boş tartışmalarla ‘bu eylemlerin arkasında kim var?’, ‘darbe girişimi’, ‘CeHaPe’nin oyunu…’ ithamları ve bu ithamları reddedenlerin Boğaziçi direnişini münferit algılayarak, sürdürdükleri savunular reytingleri oyalıyor. Boğaziçi’ni elitlikle suçlayanlarının yanına, rektörlüğü bir bürokrasi makamı zanneden Melih Bulu’nun kendisini Kılıçdaroğlu ile kıyaslayarak, “O da SSK’ya atanmıştı, neden istifa etmedi?” sorusunu koyduğumuzda, çölleşen Türkiye’nin fotoğrafı tamamlanıyor.

Boğaziçi’ne atamayla sıklıkla eksikliğinden dem vurulan ‘kültürel iktidarın’ yakalanması bekleniyorsa, 12 Eylül’ün dayattığı YÖK karşıtlığı nedeniyle akademiden ayrılmak zorunda kalan Füsun Akatlı’nın ‘kültürsüzlüğümüzün kışındayız’ serzenişini hatırlamanın zamanıdır: “Eğitim, talimden farklı olduğu her yerde, tek insan odaklıdır. Tek tek bireyleri eğitmeden bir toplumun eğitilmesinden söz edilemez. Bu niçin böyledir? Çünkü ancak birey somuttur. Bir insanı yetiştirmek olabilir amaç. Her birini birer birer, özgürlükleri, farklılıkları törpülemeden. İnsanın birey olma aşamasından başlayıp kişi olma aşamasına yönelen insan üzerine izdüşümüdür eğitim modellerinin hedefleyeceği. Bir insan nasıl bir ‘kişi’ olur? Yani hayatın içinde büründüğü onlarca yüzlerce rolün taşıyıcısı ve onlardan başka, onların dışında olarak nedir insan? Bu soruyu cevaplandıracak olan bir eğitim felsefesi, o felsefenin kuracağı eğitim modeli ya da modelleridir sorunumuz. Bilgi biriktirmek bir öğrenme ve hafıza işiyse, kültür bir bilinç işidir. Onun için işte kültür enjekte edilmez, aktarılmaz; kazanılır ve kaybedilmez. Bilgi elenir, ayıklanır hatta unutulur ve ‘kültür’ olur. Kültürlü insan aktiftir. Etkinliği, eylemi vardır.” **

AYDIN BİREYİN SESİ

Eğitim, her zaman gerici ve sağ güçlerin hedefinde oldu. Sürecin “kendi kültürel iktidarını” yaratamamış tek adam rejiminin kültürel iktidardan ne anladığına ve eğitim sistemini nereden alıp nereye koyduğunu iyi anlayarak, değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım. Muhalefetin; dini ve milli değerler üzerinden kriminalize edilme korkusuyla değil, bu değerleri kullanarak yerleştirilmek istenen kültürsüzlük ve yozlukla savaşım için olgular dizilimini iyi anlamış olarak, çözüm için iktidara gelmeyi beklemeksizin cesur bir tutum benimsemesi elzem. Akatlı, “Aydını sevmiyorlar” diyordu. “Yönetim kademelerinden başlayarak toplumun çeşitli kesimlerine de yansıyan, derece derece düşmanlığa vardığı gözlenen bir dışlama söz konusu, aydına yönelik.”

Boğaziçi’nin akademisyenlerini ve öğrencilerini ya da aydınlanma devrimlerini savunanları “elitistlikle” suçlama kolaycılığı işte bu düşmanlığın uyutulmuş kitlelerin cehaletine enjekte edilmesi için çok da kullanışlıdır. O cehalet ise yeri geldiğinde eyleme geçirilerek aydınlarını diri diri yakan, yok eden karanlık güçlerin iktidarı için kullanışlı olur. “Aydın tanımı gereği, ‘kişi’ olma aşamasını gerçekleştirmiş bir bireydir. Dolayısı ile sürü içinde yer almaz. Donanımı gereği de seçkindir. (…) Belletilen yolda yürümeyen, kendi hedefini kendi belirleyen, üstelik yine tanımı gereği geçerli dizgelerle eleştiri yönelten biridir aydın kişi. Düşünmeyen, eleştirmeyen, tek tip, uyumlu, sessiz bireylerden oluşan bir toplum isteyen bir yönetim, elbette aydından hoşlanmayacaktır.” **

Akatlı’nın ‘kültürlü olmak neye yarar?’ sorusuna yanıtı, “mutlu olmaya, mutsuz olmaya, yetinmemeye, ‘daha’ iyi istemeye, dolayısıyla aramaya, üretmeye, yaratmaya. İnsanın kendini bilmesine, sınırlarını görmesine, sınırlarını aşma çabasında yaşama anlam katmasına ve ‘kişi’ olmasına” şeklinde olmuş. Sözlerinin devamını “Topluma böyle kişilerin gerekip gerekmeyeceğine ve bunun için harcanacak çabalara değip değmeyeceğine karar vermek de keşke kişi olabilmişlerin yetkisinde olsaydı!” *** diyerek getiriyor. İşte bugünün direnişi o yetki içindir en çok. O nedenle de münferit değildir. Sadece bugün Boğaziçi’ne atanmış olan bu rektör için de değildir. Çok daha öncesine dayanan ama 12 Eylül rejiminin üniversiteleri, siyasi partiler ve sendikalarla birlikte ortadan kaldırmak isteğiyle devreye aldığı YÖK’le yerleştirmeye çalıştığı, yakın dönemde KHK’lerle şahlanan sisteme topyekûn bir karşı çıkıştır. 2007’de Gaye Usluer; seçildiği halde ataması yapılmayan ilk rektördü. O günden bugüne özerk eğitime ve usule aykırı örnekler çoğalarak sürdü. 2015’te İstanbul Üniversitesi’nde Raşit Tükel’in 2016’da ODTÜ’de Nevzat Özgüven ile Boğaziçi Üniversitesi’nde Gülay Barbarosoğlu’nun seçilmelerine rağmen atanmamaları iktidarın tutumu ortaya koyuyordu.

2017’de KHK tırpanıyla akademiye yönelik kıyım, özellikle barış imzacıları ve muhalif akademisyenlerin ihracıyla sürdü. Akademi yönetimi artık doğrudan Saray’a bağlanmış durumda.

Prof. Dr. Engin Karadağ’ın 197 rektör üzerinden Türkiye’de üniversitelerin durumunu özetleyen çalışması bize son 5 yılda ilahiyat mezunu rektörlerin sayısında artış yaşandığını söylüyor. Araştırmaya göre on yıl önce hiç ilahiyat mezunu rektör yokken 2016’dan sonra, Türkiye’deki her 37 ilahiyat profesöründen biri rektör olmuş. Dünya Akademik Özgürlük Endeksi’nde Türkiye’nin akademik özgürlük skoru 100 üzerinden sadece 9! Türkiye 144 ülke arasında sondan onuncu sırada. Bulu, Boğaziçi’ni dünyada ilk 100 üniversite arasına sokacağını söylüyor ama bilmediği şey, akademik başarının ancak “özgün” ve özgür bilimsel yayınlarla ve liyakat esasıyla sağlanabileceği. Anlayacağı şekilde özetlemek gerekirse reis talimatıyla hazır ola geçerek olmaz o iş.

HASAN TAN ÖRNEĞİ

Bugün Boğaziçi’nde yaşananların bir benzeri 1977’de MC hükümeti ODTÜ’ye usulsüz manevralarla Hasan Tan’ı rektör atadığında yaşanmıştı. İtiraz ve protestolara katılan öğretim görevlileri ve öğrenciler “dış odakların güdümünde” denilerek, hedef gösterilmiş, ODTÜ için “anarşi yuvası, ihtilal girişimi” başlıkları atılmış, tüm akademik kurulların, öğretim üyelerinin ve öğrencilerin istifa çağrılarını yok sayan rektör koltuğa tutunmaya çalışmıştı. Belleri tabancalı sözde işçiler kampüste görevlendirilmiş Tan’ın dört aylık rektörlük süresinde iki ölüm, saldırılar, yaralamalar ve yarım yıllık akademik kayıp yaşanmıştı. Ecevit’in başbakan olmasıyla çözülen süreç bugüne ulaşan akademik başarıları da yaratmıştı. Günümüzün de en nitelikli eğitim kurumlarından biri olarak ODTÜ ve şanlı tarihi yerli yerinde. Üniversite kapatan, polis çağıran, 6 aylık süre tanıyan Tan’ı hatırlayan yok. Bunca yıllık baskı geleneğine karşın akademinin direniş kültürüyse hâlâ diri. Çünkü aslolan bilgidir. Kültürel iktidar için ihtiyacımız olan tek şey var o da nitelikli eğitim ve kültür! O yüzden aşağıya değil daima ileriye bakacağız.

*Nazım Hikmet / Yürümek

**Füsun Akatlı / Kırmızı Gagalı Pelikan / Kültürsüzlüğümüzün Kışı

*** Füsun Akatlı / Kırmızı Gagalı Pelikan / Aydını Sevmiyorlar