1 Mayıs İşçi Bayramı Almanya’da sadece sanal olarak değil, meydanlarda da ‘Dayanışma gelecektir!’ vurgusuyla kutlanacak.

Alman Sendikalar Birliği’nin (DGB) bayram dolayısıyla bu başlık altında yayınladığı ortak bildiri şöyle başlıyor:

“Sen ben o yok, biz varız! Eğer uzun pandemi aylarında öğrendiğimiz tek bir şey varsa, o da kimsenin bu krizi tek başına çözemeyeceğidir. Ancak birlikte hareket edersek iyi bir geleceğe giden bir yol bulabiliriz.“

Emekçilerin bu ‘dayanışma’ çağrısı somut talepler de içeriyor tabii ki. Çalışma dünyasının, sosyal devletin, eğitimin, insanlığın, Avrupa’nın ve Almanya’nın geleceğine dair. Ancak bu taleplerin şu anda üçüncü dalgası yoğun olarak yaşanan Covid-19 salgınının neden olduğu yıkımlar ve salgınla mücadele hedefiyle alınmış olan önlemler nedeniyle iyice bunalmış toplumun geniş kesimlerine ulaşması çok zor.

Salgın öncesi dönemlerde zenginliklerden az da olsa pay alan refah toplumuna egemen olan bencillik de halen etkili olduğu için bu çağrılara kulak verenler azınlıkta kalıyor.

Salgın sürecinde zenginin daha da zenginleştiği, yoksulun daha da yoksullaştığı görülüyor, aralarındaki uçurum daha da büyüyor, ancak toplumsal gündem, yapay tartışmalarla meşgul ediliyor.

Örneğin şu anda süren ‘sınıflı toplum’ tartışması gibi.

Aşılamanın ilk haftalarında yaşanan aşı tedariki sıkıntılarının neden olduğu gerginlikler artık geride kaldı. Şu anda nüfusun yüzde 24’üne aşının ilk dozu, yüzde 7’sine de ikinci dozu ulaşmış durumda. Kısa süre içinde, mevcut üç aşıya ek olarak (BioNTech/Pfizer, Astra-Zeneca ve Moderna), yeni aşıların da devreye girmesi bekleniyor. İyimser tahminlere göre temmuz ayında nüfusun önemli bir bölümünün aşılanması (isteyenlerin) ve böylece ülkede sürü bağışıklığının başlaması mümkün.

Başlangıçtaki tüm sert tartışmalara rağmen bu konu artık yoluna girmiş sayılır. Dolayısıyla bir yandan artık merkezileştirilen önlemlerle salgının üçüncü dalgası kontrol altına alınmaya çalışılırken, diğer yandan da aşı yaptırarak ya da hastalığı atlatarak virüse karşı (geçici de olsa) bağışıklık kazanmış olan insanların hayatını kolaylaştıracak bir takım kolaylıklar gündeme geldi. Bunlar bu insanlara alışverişte, kültürel ve sportif faaliyetlerde, seyahatlerde, tıpkı Covid-19 testi negatif çıkanlara olduğu gibi bazı serbestlikler içeriyor. İşte bu ‘sınıflı toplum’ tartışması, hükümet bu serbestliklerin çerçevesini belirlemek üzere hazırlıklarını sürdürürken başlatıldı. Aslında bağışıklığı olanlara ‘daha fazla serbestlik’ değil, ‘biraz daha az sınırlama’ söz konusu. Ancak bunların toplumu ‘sınıflara ayıracağı’na dair analizler yapılabiliyor.

Halbuki bir tarafında virüse karşı bağışıklığı olanların (yani virüse yakalanma ve virüsü bulaştırma riski olmayanların), diğer tarafında da kendisine henüz aşı sırası gelmemiş olanların (ve az da olsa aşı olmayı kabul etmeyenlerin) yer alacağı bu yapay sınıflanma, en fazla bir yıl sonra ortadan kalkacak.

Ancak bu konuda ‘sınıf farkı yaratılıyor’ diye isyan edenlerin, var olan ve salgın dolayısıyla daha da derinleşen gerçek ‘sınıf farkı’ konusunda sesi çıkmıyor. Zenginler ve dar gelirliler-yoksullar arasındaki uçurumun salgın dolayısıyla daha da derinleştiği uyarılarına da kulak tıkıyorlar tabii.

***

Üyelerine, tüm topluma, devlete ‘dayanışma’ çağrısında bulunan DGB tabii ki yalnız değil. Toplumsal gelişmeler karşısında sorumluluk duyanlar da boş durmuyorlar. Yeni, yaratıcı etkinliklerle, sloganlarla sınıf mücadelesinde ezilenlerin yanında yerlerini alıyorlar.

Aralarında kültür ve bilim dünyasından tanınmış saygın isimlerle Attac, Fridays for Future gibi örgütlerin yer aldığı ‘Kimde varsa versin!’ ittifakı bunlardan biri. (https://werhatdergibt.org/offenerbrief/)

100’den fazla imzayla başlattıkları imza kampanyasıyla salgınla mücadelede harcanan milyarlarca euronun zenginlerden alınması çağrısında bulunuyorlar. “Zenginlik ilerici bir vergi politikasıyla paylaşılsın!” başlığıyla hükümete yönelen çağrı, kısa sürede internet ortamında 1400 kişi tarafından imzalandı. Zenginlerin servet, miras ve gelir vergilerindeki düzenlemelerle salgının neden olduğu borçların karşılanmasına katkıda bulunmaya zorlanmasına yönelik çağrıda, onlarca yıl sürecek bu bütçe açığının emekçilerin sırtına yıkılmaması talep ediliyor.

‘Kimde varsa versin’ciler 1 Mayıs‘ta ve genel seçimden beş hafta önce, 21 Ağustos’ta Almanya’nın dört bir köşesinde gerçekleştirecekleri eylemlerle çağrılarını sürdürecekler.

Devleti yönetmeye aday olan partilerin bir bölümünün bu taleplere kulak asmayacağı kesin.

Ancak zenginlere yönelik ‘servet vergisi’ talebi, söz konusu zenginliğin tarifinde ve hedeflenen verginin oranında farklılıklar içerse de, Yeşiller Partisi, sosyal demokratlar (SPD) ve demokratik sosyalistlerin (Sol Parti) seçim programlarında yer alıyor. Yani her üç parti de üst düzey gelir gruplarının geniş toplumsal kesimlerle dayanışmasını (gerekirse zorla) hedefliyor!

Gerçekleşme şansı çok zor ama artık muhafazakar medya da Yeşiller-SPD-Sol Parti (halk arasındaki adıyla ‘yeşil, kırmızı, kırmızı’) koalisyonunu, sandıktan çıkabilecek olasılıklar arasında görüyor artık.

Bu dayanışma özlemi onları birleştiren bir ortak payda olabilir mi, göreceğiz.