Biçimlerin arasında dolaşan biçimleriz. Biçimli olmanız da yetmiyor. Modüler mobilya parçaları gibi bedenlerinizden modüller, modüllerden de bütünler yaratmaları gerekiyor. “Hizaya girin!” diyor bir ses; bir başkası “Sırayı bozmayın!”. Ve sağ elimizi önümüzdekinin sağ omuzuna uzatmamız isteniyor. Kollarımızı, uzattıkça birbirimize dokunduğumuz ve dokundukça ilişki ağları dokuduğumuz kollarımızı bir cetvel gibi öne doğru uzatıyor, cetvelin çentikleri gibi […]

Biçimlerin arasında dolaşan biçimleriz. Biçimli olmanız da yetmiyor. Modüler mobilya parçaları gibi bedenlerinizden modüller, modüllerden de bütünler yaratmaları gerekiyor. “Hizaya girin!” diyor bir ses; bir başkası “Sırayı bozmayın!”. Ve sağ elimizi önümüzdekinin sağ omuzuna uzatmamız isteniyor. Kollarımızı, uzattıkça birbirimize dokunduğumuz ve dokundukça ilişki ağları dokuduğumuz kollarımızı bir cetvel gibi öne doğru uzatıyor, cetvelin çentikleri gibi düz bir çizgide hizaya giriyoruz. Cetvel bedenlerimiz. Hizaya giren bedenlerden mangalar, kıtalar yapıyorlar. Ve “Marş!” dediklerinde uygun adım yürüyoruz. Parça ile bütün arasındaki sayısal simetriden dolayı bu bütünlüğün estetik bir güzellik olduğunu söyleyebilirsiniz. Sayıları arke olarak tanımlayan Pitagoras’tan etkilenerek kanonik heykeller yaratan Polykleitos ne diyordu: “Güzellik sayılardan yavaş yavaş doğar.” Ve bedenleri tek tek birimler olarak alıp sayılardan daha büyük bütünlükler oluşturduklarında bu estetik güzellik bir komutla ölüm makinesine dönüşebiliyor. Bu dünyayı ne yazık ki kanonik güzellikler öldürüyor. Sonra bir başka ses “Bekleme yapmayın” diyor, dağılıyoruz. Bir araya geldiğimizde yeniden tekrarlanıyor komutlar. O ses, ülkenin sesidir.

‘DEVLET BİR BEDENDİR’

Yüksek duvarlar ve dikenli tellerle çevrili okul bahçesindeyiz ve hep beden eğitimindeyiz. Bedenlerimiz bir bütünün parçaları olmak üzere eğitiliyor. Komutlara kulak kesildik. Karşıdaki duvarda “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” yazısı. Ama sonunda, sağlam olduğunu iddia eden bir kafanın uzuvları oluyoruz. Salisbury’li John’un 12. yüzyılda yazdığı “Devlet bir bedendir” diye başlayan metnini hatırlayın. Hükümdar, bu bedenin başıdır, bizler ise ayakları. Bahçede oyun oynarken, hizaya girmeyi oyun sandık. Debreli Hasan türküsü soruyor: “Adam öldürmeyi oyun mu sandın?” Oyun sanıyoruz. İktidarın oyununa geldik.

YÜZÜMÜZ BİZİM DEĞİL

Peki sizin bir çehreniz var mı? Yoksa çehre diye hükümdarın yüzünü mü taşıyorsunuz suratınızda? Hükümdarlar dünyanın çehresini fetihlerle değiştiriyorlar. Ve bizler, bu fetih seyahatlerinde hükümdarın yüzünü her yere taşıyor, bir damga gibi her yere basıyoruz. Peter Aughton’ın ‘Dünyanın Çehresini Değiştiren Seyahatler’ başlığını taşıyan kitabına rastladım dolaşırken; yerin yüzünü nasıl da hükümdarın yüzü kıldığımız geldi aklıma. Çünkü yüzümüz bizim değil, bedenimiz bütünün içinde bir birim sadece, bir sayı. Ve kitabın arka kapağına, “İnsanoğlu tarihin her döneminde dünyanın henüz keşfedilmemiş bölgelerine ilgi duymuş” diye not düşmüşler. Keşke bedenlerimize de aynı ilgiyi gösterip keşfedilmemiş bölgelerine seyahatler düzenleseydik. Bedenimizi keşfeder ve duyumsayan bedenlere dönüşür ve bedenlerimizin çehresini değiştirebilirdik.

BURADA BİR HİNLİK VAR

Bir beden kendi çehresini yaratabilir. Rönesans insanı della Mirandola, tanrının elindeki tüm yüz modellerini hayvanlarda kullandığını ve sıra insana geldiğinde elinde bir model kalmadığı için insanı yüzsüz bıraktığını ve insanın kendi yüzünü dikey bir eksende inşa edebileceğini söylüyor. Burada bir hinlik var, öyle bir hinlik ki insana sadece dikey eksen bırakılmış. Ya yükselip göksel, ulvi bir yüze bürünebilirsiniz ya da yeryüzüne, toprağa en yakın olan sefil bir yaratığın yüzüne, yani canavara. Ve despot, hükümdar ya da adına ne derseniz deyin, iktidar giriyor devreye. Ve yüzsüz insanın kimlik krizini çözüyor. Çehre edinmek için çabalamanıza ne gerek var, hazır hükümdarın yüzü varken. Hükümdar göksel varlığın nitelikleriyle donatılmıştır: tanrı-kral. Ve başı hükümdar olan bir bedene katıldığınızda ulvi bir çehreniz olacak. Katılmazsanız canavarlaşacaksınız. İktidar bize iki seçenek sunuyor: Melek ya da canavar.

Oysa kendi çehremizi yaratmak, ikili karşıtlıklardan kurtulduğumuzda mümkün. Aksi takdirde çehrenizi iktidar belirleyecek: “Benim yüzüme sahip değilsen, teröristsin”. Bir insan kendi yüzünü, ancak yeryüzünü kucakladığında yaratabilir, ikili karşıtlıklardan kurtulduğunda. Varsın iktidar “canavar” desin, dünyayı güzellik değil, yerin yüzü kurtaracak.