Bundan yıllar önceydi; Gezi Direnişi’nden bile önce.

Depresyondayım. Evden çıkmıyorum; tadım tuzum yok. Sabaha kadar oturuyorum, akşama kadar uyuyorum.

Yine bir gün kadar oturmuşum, yatalı oluş bir iki saat. Zır zır, telefon çalıyor. Açmıyorum. Yine arıyor. Bakıyorum Yavuz Bingöl. “Uyuyorum” diyorum, kapatıyorum. Yine arıyor; bir şey mi oldu acaba diye yatakta doğrulup açıyorum. “Başlarım senin uykuna” diyor Yavuz. “Üç, dört günlük bir çanta yap, gidiyoruz.”


Sırtıma bir şey geçiriyorum, çantaya üç beş şey atıyorum. İniyorum aşağı, alıyorlar beni. Hatırladığım kadarıyla Yavuz, Yavuz’un asistanı Erden, Bülent Şakrak, İzzet Uzunhasanoğlu var arabada. Ben hâlâ uyanamamışım. “Nereye gidiyoruz” diye soruyorum. Yavuz diyor ki: “Nedir oğlum bu depresyon. Bir kendine gel artık. Toparlan. Bak iyi gelecek bu.”

İyi de ne iyi gelecek? Yoldan birilerini arıyor. “Arkadaşlarımla geliyorum, bir kaç saate ordayız” diyor.

Gidiyoruz. Zaten yarım saat içinde sağıtıyor kederimi dostlar. Dostların arasındayım!

Eceabat’a gidiyoruz. Oradan Ece Limanı’na. Bir balıkçı köyüne. Balıkçılar karşılıyorlar bizi:

“Vay Yavuz abim, Hoş geldin.”

Ateşler yakılıyor, balıklar atılıyor ızgaraya. Rakılar çıkıyor. Elektrik falan yok. Hava kararınca traktörün aküsünden elektrik alıyorlar, öyle aydınlanıyor barınak. Bağlamasını çıkarıyor Yavuz. Bir o söylüyor, bir Şakrak, bir ben.

Erken yatıyoruz çünkü sabah dört dedi mi kalkıp ağ çekmeye gidilecek. “Siz uyanana kadar biz çeker geliriz” diyor balıkçılar. Olur mu hiç öyle şey; “Biz de geliriz” diyoruz İzzet ve ben.

İçeri yatak yapmışlar bize. Hepimiz tek göz odada beraber yatıyoruz. İzzet o Rizeli burnuyla, ben de onu aratmayan gürlükle “düo” halde horluyoruz. Allah’tan biz balıkçılarla uyanıp ağ çekmeye çıkıyoruz da, ekibin geri kalanı rahat rahat uyuyabiliyor.

***

Dalyanların arasında gezmeğe başlıyoruz. Tek ses pancar motordan ve martılardan gelen. Dün iki kasa balık çıkmış. Bugün otuz beş kasa balıkla dönüyoruz. Abartmıyorum, videosu var. Balıkçıların yüzü gülüyor. “Bereketinizle geldiniz” diyorlar. Sekiz gibi dönüyoruz limana, yolda balıkları çeşitlerine, boylarına göre kasalıyoruz. Limanda arabalar bekliyor. Kasaları alıp gidiyorlar. Ateş yakılmış yine, kendimize ayırdığımız balıklar pişiyor. Balıkla kahvaltımızı yapıyoruz.
Böyle iki, üç gün geçirdik Ece Limanı’ndaki balıkçılarla. Sonra düştük tekrar yola. “Yavuz” dedim, “Nasıl iyi geldi bir bilsen!”

“Dur daha” dedi Yavuz. Aldı yine telefonu, “Anne” dedi, “Hazırla yemeği, arkadaşlarla geliyoruz.”

Kırdık mı direksiyonu Ayvalık’a, Şahsenem Bacı’ya.

Birkaç saate Ayvalık’tayız. Şahsenem Bacı karşıladı bizi, hepimizi sarılıp öptü. Ellerinden öptük biz de. Kars usulü Hengel geldi masaya birazdan. Yine yedik içtik. Sonra bağlamalar çıktı, ana oğul başladılar resitale. Unutamam. Yavuz o üç, beş günde tedavi etti beni, getirdi sonra evime bıraktı.

Üzerine Gezi günleri geldi. Gezi’de Yavuz’un Ofisi sanatçıların toplantı mekânıydı. Orada buluşuluyor, orada kararlar alınıyordu.

Sonrası malum. Yavuz öbür tarafa geçti. Hiç de öyle para, pul, menfaat için değil. İhtiyacı da yoktu. Daha kötüsü; oraya inandı. “Demek ki halk onları istiyor, halkı dinlemek lazım” dedi. “Gerçek sosyalist AKP” demişliği bile vardır. Yavuz’un maddi, manevi kaybı, kazancından büyüktür bu taraf değiştirmede. Yavuz o tarafa gittikten sonra bir iki kere karşılaştık sadece. Uzaktan yine selam gönderdik birbirimize. Ama hiç görüşmedik, eskisi gibi olmadık. Ne yalan söyleyim, ben yine de özlerim eski dostumu. Ayağına diken batsa yine koşarım, bilirim o da koşar. Bundan gayrı oturup birlikte yiyip içmemiz, hele müzik yapmamız falan mümkün değil. Şöyle söyleyim ki daha net otursun yerine cümlem: Değil can dostum Yavuz; anam, babam olsa mümkün değil.

***

Erkan Oğur meselesi bundan çok farklı. Erkan Abi’nin açıklaması ise bence konuyu kapatmıştır. Diyeceksiniz ki o zaman, neden açtın konuyu tekrar.

Şunun için...

Hürriyet’in Kelebek ekindeki köşesinde Orkun Ün şöyle diyor:

“Ama anlamadığınız bir şey var sizin...

Erkan Oğur da Derya Türkan da sonuna kadar sanatçıdır.

Sonuna kadar ‘türkü’dür iki isim.

Onlar için müzik esastır.

Biri gitarını çalar, diğeri kemençesini konuşturur.

Son notayı

bastıktan sonra yollarına giderler.

Savundukları neyse savunmaya, destekledikleri kimse desteklemeye devam ederler.

Olması gereken

budur.

Ders olsun!”

Olmaz Sevgili Orkun! O iş öyle değil. Türküler o kadar kurcalamaya müsait değil. Türküler kaldırmaz bunu, türkülerin kafası karışır; meme yapar türküler. Sanatı, müziği, diğer tüm insani değerlerden ayırıp tek başına değerlendiremezsin. Başımızın üstünde taşıdığımız, hayran olduğumuz, birlikte bir mücadelenin içinde omuz omuza olduğumuz bir sanatçı, üstüne üstlük biri hocamız, abimiz, diğeri kapı komşumuz, dostumuz, tüm değerlerimize söven, hiç bir fikirde buluşamayacağımız, yıllardır bütün özgürlüklerimizi kısıtlayan bir hareketin önde gelen isimlerinden biriyle bu işleri yaparsa eleştiririz! Eleştirilirler! Müzik yapmaktan başka hiç bir menfaatleri olmadığını adım gibi bildiğim halde eleştiririm! Bizler diğerleri gibi “Aman ne yaparsa yapsın, bizdendir, susalım” demeyiz, diyemeyiz. Bizden olduklarını onlara hatırlatmak için eleştiririz. Bu “siz-biz”i yaratan da biz değiliz! Sözünü ettiğim şey linç değil elbette. Ama sen bu işi yaparsan birisi de gelir, eleştirir. Bu eleştiri sonuna kadar da doğrudur ve haklıdır.

Olması gereken

budur!

Ders olsun!

***

Nazım’ın “Salkım Söğüt”ünden dizelerle bitirelim:

“...
Ağlama salkımsöğüt
Ağlama
Kara suyun aynasında el bağlama!
El bağlama!
Ağlama!”