Seçim tarihinin 14 Mayıs olarak belirlenmesindeki ironi herkesin malumu. 1950 seçimlerinde CHP’nin ezici bir yenilgiyle iktidarı Menderes’e kaptırdığı tarihe atıfla kurgulanan sahte bir ikilem var ortada: Erdoğan yine bir tür “statüko ve onun bekçileri” tablosunun karşısında konumlanmak peşinde. DP’nin o seçimlerde kullandığı “yeter söz milletin” şiarını göndere çekerekten hedef aldığı muhalefete yönelttiği sözleriyle, yine sanki yıllardır kendisi iktidarda değilmiş de bu “darbe şakşakçıları”, “kifayetsiz muhterisler”, “müstemleke heveslileri” ülkeyi yönetiyormuş gibi bir muhayyel vaziyetten bahsetmeye koyuldu. Yirmi küsur yıldır bir türlü yok olmayan bu hayali “statükocular” Erdoğan iktidarına rağmen her nasılsa “milletimizin” başına tebelleş olmuşlar ve halkımız bu seçimde onlara “yeter” diyecekmiş. Yerseniz…

İşin gerçeği bugünkü tek parti iktidarının asıl “statükocuları”, Erdoğan’ın da “statükonun” ta kendisini oluşturması. Öyle ki aday olması dahi hukuksuz olan seçimin tarihini öne çekmekten, “yetkimi kullanırım” diye meclisi feshetmeye kadar varacağını işaret eden bir “şahsın” ikbali uğruna her türlü haydutluğun meşru kılındığı bir “şahsım statükosu” bu. Üstelik muhalefet de bunlara itiraz etmenin bile beyhude olduğunu peşinen kabul etmiş durumda. “Kimi kime şikâyet edeceğiz?” diyor. Özetle: Ağam suyun başını tutmuş bırakmıyor ve biz onun saltanatına demokrasi makyajı yapmak için koca bir ülke olarak resmen saçmalıyoruz. Zırt pırt erken seçim, referandum filan yapıyor, icabında gece yarısı karar değiştirip mühürsüz oy pusulalarını geçerli sayıyoruz. Bu da yetmiyor, Erdoğan’ın tüm muhtemel rakiplerini suçlu ilan edip ıskartaya çıkarmamız gerekiyor. Evvela kendi kurmaylarının bile ensesinde boza pişirerek parti içinde yarattığı “tek adamlığı” bütün memlekete yutturan “şahıs”, “seni başkan yaptırmayacağız” diyen Demirtaş’ı hapse attırıp başkan olduktan sonra, potansiyel rakiplerinden İmamoğlu’na da siyasi yasak getiriyor böylece. Bu gidişle cümle muhalefeti “terörist” ilan edip karşısına çıkacak aday bırakmayacak gibi. Fakat sorsanız yine “mağdur” o, çünkü muhalefet onun “milletine verdiği sözleri tutmasını engelliyor”. İşte geçmişe atıflarla kurulan retorik de bu yönde: Muhalefet ile 27 Mayıs cuntacıları, “yeter söz milletin” ile “millete verilen sözler” özdeşleştirilerek, Menderes’in idamına dair hafıza diriltilmek, buradan yine bir mağduriyet devşirilmek isteniyor.

Bu seferki görünümü fazlasıyla kof ve zorlama olsa da bu zaman oyunun başka bir versiyonu 12 Eylül 2010 referandumunda fazlasıyla işe yaramıştı hatırlarsanız. “1980 darbesiyle hesaplaşacağız” diyerek yaratılan kamuoyu öylesine bir rüzgâr estirmişti ki kendine “sol” adını veren liberallerin “yetmez ama evet” kampanyalarını bile tetiklemişti. Hatta “hayır” diyen sosyalist sol dahi “12 Eylül yandaşı” ilan edilmişti. O sıralar babasının hüviyetindeki ekmek damgasından, 82 doğumlu kızının 80 darbesinde kendisine yazdığı mektuptan filan dem vuran Erdoğan bu “acılı geçmişin izlerini silme” tantanasını daha sonraları Cumhuriyet rejiminin kendisiyle hesaplaşmaya varan bir Osmanlıcılığa sündürecekti. Nihayet geçmiş zaman geleceğin tek referansı haline gelecek, “ecdadın altın çağına dönmek” asli hedef haline gelecek, 1071’den 2071’e uzanan bir serüvende 1923’ten 2023’e uzanan bir “reklam arası” tasavvur edilecekti. Cumhuriyet’in yüzüncü yılına denk gelen bu seçim, Erdoğan’ın bayraktarlığını yaptığı toplumsal serüven anlatısında böyle bir kronolojik öneme sahip. Halkın “bahtını” Erdoğan’ın “tahtına” iliştiren bir zaman söyleminin tarihsel referansları da böyle geçmişe atıflarla kuruluyor çünkü.

Ezcümle, geçtiğimiz hafta yitirdiğimiz sosyal bilimci Ümit Hassan’ı da anmamak olmaz bu bahiste. Zira kendisi, sınıflı toplumun önceki uğraklarından kalma olan bu “zaman oyunlarının” antropolojik kökenlerini ayrıntısıyla irdelemişti. Anahanlılığın çözülüşünden burjuva devlete kadar tüm sivrilme kademelerinde iktidarın nasıl geçmişe atıfla kurumsallaştığının, geçmişte olanını özünü değiştirerek nasıl kullandığının, tam da olmadığı şeyin iyelik ekini taşıyarak nasıl yönettiği toplumla özdeşleşmeye çalıştığının tarifini yapmıştı. Onun tasvir ettiği düzlemde, kandaş eşitliğe atıf yapan egemenin “khan-kaan-hakan” unvanlarıyla anılması gibi işte, bugün demokrasiye atıf yapan diktatör de kendi saltanatını geçmişle kurumsallaştırma hevesinde. Haliyle Cumhuriyet tarihinin ilk “demokratik” seçimleri olarak kabul edilen 14 Mayıs 1950’nin 73. yıldönümünde yapılacak bu seçim, Erdoğan’ın zaferiyle sonuçlandığı takdirde belki de yapılacak “son” seçim olma potansiyeline de sahip. “Demokratik tecelli” beklentisiyle hukuki haklarını aramaktan dahi vazgeçen muhalefetin bunu artık bir göz önüne alması, en azından Erdoğan’ın gayri meşru adaylığını vurgulaması gerekiyor