Elinde işsiz bırakmanın kırbacıyla dolaşan efendiler bilirler mi o kesif otoritelerinin saydamlığını? Bilirler mi kendilerine hak gördükleri fesatlıkların gün gibi ortada olduğunu? Bilirler mi biteviye kabiliyetini tenkit ettikleri o ‘amelenin’ nasırlı elleri iş tuttuğu edevatı bırakıp da sıkılı bir yumruğa dönüşürse ne olur? Ya da gün boyu emirler yağdırarak suratında aptal bir gülümsemeyle dolaşmaya mecbur bıraktıkları o ‘kâhya’ kaşlarını birden çatıp da dişlerini bilemeye başlarsa? Sırf çoluğu çocuğu için işsiz kalmaktan korkan o “zavallılar”, “geleceği” gasp edilmiş olanlar, yanından geçilirken selamlanmayanlar, pahaları yaptıkları “işle” biçilenler, gün boyu azarlananlar, yani “onlar”; onlar hep alışılageldiği gibi “öz saygılarını” yitirip de gözlerini mi kaçıracaktır efendilerden? Sınıflı toplumun kahredici yaptırımları içinden asla çıkılamayacak olan bir labirent ya da kafesle çevrili bir fare çarkı gibi midir onlar için? Peki ya bu “zavallılar” içlerinde biriktirdikleri “hınç” ve “öfkeyi” zapt edemez, hele bir de bu “duyguları” kolektif imlasına kavuştururlarsa ne olur? İşin aslı bu inkâr edilemez bir ihtimal, hatta verili çelişkinin “duygulanımlarında” tespiti sabit bir potansiyeldir! Çünkü kapitalizmin cümle ideolojik çapraşıklıklarının ötesinde işçi sınıfının her günkü tecrübesinde doğrudan “hissedilir”.

Ütopyanın peygamberi Ernst Bloch’un dediğince “henüz olmamış olan” ama bir şekilde hep var olan bu şeyi kavramak önemlidir bu yüzden. Çünkü bu şey ki cevheri özgürlük kehanetleriyle işlenmiş bir fidanın tohumu gibi, henüz filizlenmemişse de her an filizlenebilir; öyle ki yaşamı saracak başka bir nebatatın tomurcuklarını görmek elbette bir çağ dönümü kadar yakındır! Yahut bir çağ dönümü kadar uzak! Nihayet, Mustafa Kemal Coşkun’un -umutsuzluğun tavan yaptığı şu günlerde- yeni rafa düşen son çalışması Sınıfın Duyguları’nda tüm güncel ampirik örneklerle birlikte tartıştığı sorunsal -en azından benim anladığım kadarıyla- budur: “…ve yeşil bir ağaç gibi gülen / ve merasimsiz ağlayan / ve ana avrat küfreden ki onlardır / destanımızda yalnız onların maceraları vardır”.

∗∗∗

Evvela yazarı sirenlerin çağrısında kapılmadığı, içinde dolaştığı efsunlu literatürün coşkunluğuna aldanmadığı ve ayakları yere basan bir çalışma yaptığı için tebrik etmek gerekir. “Dünyanın balkonundan” yazan pek çok araştırmacının yapamadığı üzere, henüz çalışmanın girizgâhında gösterilen “teorik cesaret” takdire şayandır. Hülasa verili anahtarları zagon kabul etmeksizin, her birini 11. Tez’in süzgecinden geçirerek ayıklayan bir yaklaşım söz konusudur ve son yıllarda Türkiye’ye dair eline aldığı her sınıf çalışmasında Bourdieucu kolaycılığı görmekten yorulmuş olan benim gibi okurlar için gerçekten iştah açıdır. Kitap boyunca yer alan teorik mülahazalarda liberal Arendt ile yapısalcı Althusser’in semptotik birliğinden tutun da Hardt ve Negri’nin “maddi olmayan emek/duygulanımsal emek” kavramsallaştırmalarına kadar pek çok ifrat yere serilmiş olmakla birlikte, benim favorim “prekarya” denilerekten rüsva edilmeye çalışılan sınıf teorisinin savunusudur. Misal olsun (!), yazar özetle der ki: Prekarya ihlal edilmiş anlaşmalardan ya da yırtılmış parşömenlerden mi doğdu? Yani kapitalizmin yalnızca özgül bir bağlamında (refah devleti modelinde) var olan o ideal “güvence” önceki ve sonraki pek çok dönemsel aralıkta proletaryanın pek çoğu için zaten kâğıt üzerinde değil miydi? Yahut -Hegelci bir tabirle- “kuralları hiç kimsenin (bilhassa da işçi sınıfının) okuyamayacağı kadar yüksek bir yere asmak zaten adaletsizliğin teminatı” değil miydi? Ne oldu da “prekarya” kavramını “yeni bir sınıf” tanımı olarak kullanmaya başladınız?

∗∗∗

Üstelik böylesi teorik “uçucu maddelere” mesafeli olması yazarı metodolojik vulgerliğe de sürüklemiyor. Aksine çalışmasının başından sonuna kadar sınıfın -ve dahi sınıf mücadelesinin- salt iktisadi değişkenlerle tartışılmasına karşı çıkıyor. Ele alıp değerlendirdiği duyguların, üzerinde çalıştığı anlama gelen tekabüllerinin tarihsel olarak kapitalizmin çelişkilerine içkin olduğunu her fırsatta vurguluyor. Üstelik -inceleme nesnesine fazla kıymet biçip merkeze çeken pek çok üşengeç araştırmacının aksine- “sınıfın duygulanımları” ile “sınıf bilinci” arasında doğrusal bir bağ kurmaktan net bir şekilde kaçınıyor. Duyguların taşıdıkları potansiyelin açığa çıkması için praksis tarafından dolayımlanmaları gerektiğini, bunun için örgütlenme düzeyinin gelişmesi başta olmak üzere pek çok değişkenin birlikte varlığının gerçekleşmesi gerektiğini açıkça belirtiyor.

Tabi ki buna bağlı olarak da veri aktarımını son derece seçkin, dahası araştırma probleminin nirengisinden sapmaksızın da zengin bir şekilde gerçekleştiriyor yazar. Çoğu kendi saha araştırmalarına ait verileri başka çalışmalardan ödünç aldıklarıyla karşılaştırıp analize girişmekten çekinmiyor. Pek çok çalışmada karşılaşılan “çer çöp veriyi” okura dayatmaksızın, metni kısa tutan “okur dostu” bir metin çıkarıyor ortaya. Mamafih derdi siyasal, derdi anlatmak, derdi anlaşılmak…

∗∗∗

Son olarak bu derdi kitabındaki anlatımına da yansımış elbette. Fantazyaya, sinemaya, edebiyata uzanan bir metaforlar ağını son derece duru bir anlatımla buluşturmayı başarmış yazar. İçeriden sürpriz bozan vermek istemiyorum daha fazla, çünkü bu çalışmayı “herkesin” bilhassa da umutsuzluğa kapılıp “sınıfa sırtını dönenlerin” okuması gerekiyor şu günlerde. Belki bu sayede burjuva iktidar ve burjuva muhalefetin yarattığı sanrıların ötesinde, proletarya ile çoktan yitirilen o eski “duygudaşlık” yeniden yakalanıp da bir şeylere baştan başlamaya üşenmeksizin karar verenler de olur. Hülasa yeniden ve yeniden Ernst Bloch’un dediği üzere: “Pek çok şeyde daha fazlasının tadı vardır!”