“Bir elinde Kuran bir elinde bilgisayar olan bir nesil yetiştireceğim” diyen Özal cemaatleri pek severdi. Öyle ki defalarca Fethullahçılara kefil olmuşluğu bile vardı. 1986’da çıkardığı yasayla kamu iktisadi teşekküllerini ortadan kaldırmayı kafasına koymuştu.

Civanmert pozlu işbirlikçilik üzerine 2/2: Dincilik

12 Eylül darbesi yapıldığında bir Amerikan diplomat haberi CIA Türkiye Masası Şefi Paul Henze’e “bizim çocuklar işi başardı” diyerek iletmişti. Kenan Evren’in yaptığı kirli pazarlıklarda ABD’nin darbeyi desteklemesi karşılığında Yunanistan’ın tekrar NATO’ya girişine yeşil ışık yaktığı minnet dolu mektubu başta olmak üzere, bugüne kadar ortaya serilen belgelerle darbenin arkasında ABD’nin bulunduğu kesin olarak kanıtlandı. Okunan bildiride sözde iç savaşı önlemek ve kargaşayı sonlandırmak bahane edilmişti. 

12 Eylül’e dair raporlarda Maraş katliamından Fatsa deneyimine kadar pek çok şey yer almaktaydı. İlginç olan bir ayrıntı da darbenin meşruiyet gerekçesi olarak gösterilen 6 Eylül Kudüs’ü Kurtarma Mitingiydi.

O güne kadar Türkiye’de yalnızca sosyalistlerin meselesi olan Filistin’in kurtuluşu her nasılsa bir anda dinciler tarafından da mesele edilmişti. Zaten şaibeli gerekçelerle tertiplenerek Konya’da yapılan miting tam bir provokasyon abidesi olarak tarihe geçti. Kim oldukları bile bilinmeyen sakallı-cüppeli güruhlar gün boyu şehirde terör estirirken, dönemin Konya Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler bile kontrolü sağlayamamıştı. Konyalılar hâlâ daha o mitinge katılanların “görevli provokatörler” olduğunu iddia eder. Sonrasında da sözüm ona Kenan paşamız bu mitinge pek sinirlenmiş, nitekim okunan bildiride de irtica vurgusu eksik edilmemişti. Gelgelelim 12 Eylül bu ülkede dincilerin önünü en fazla açan uğraklardan biri olmakla birlikte, İslamcıların iktidara gelişinin de zeminini hazırladı. 

Kenan Evren “aile yapımız belli, bu toplumu dinsiz yapmak mümkün değil” diyerekten zorunlu din derslerini kabul ettirdi evvela. Dini bir denetim aygıtı olarak kullanmak istediğini açıkça dile getirdi. Cunta iktidarında Türkiye’de yayınlanan İslami neşriyatta %226’lık bir artış görüldü. Aynı süreçte, sosyalistlerin devlet eliyle yok edildiği mahallelere, büyük kentlerin periferisinde bilhassa yoksulların yaşadığı alanlara tarikatlar akın etti. İşlevleri belliydi: 1970’lerde bu alanlarda devrimcilerin etkinlikleriyle kurulan dayanışma kültürünü bir tür minnet ve sadaka kültürüne çevirerek neoliberal taarruza kapıyı içeriden açmak. Bu durum özellikle 1990’lardaki yerel seçimlerde Refah Partisinin başarısının da anahtarı olacaktı. 

“Bir elinde Kuran bir elinde bilgisayar olan bir nesil yetiştireceğim” diyen Özal cemaatleri pek severdi. Öyle ki defalarca Fethullahçılara kefil olmuşluğu bile vardı. 1986’da çıkardığı yasayla kamu iktisadi teşekküllerini ortadan kaldırmayı kafasına koymuştu. Ancak bu düzenlemeyle yok edilmek istenen şey sadece SEKA gibi, PETKİM, TÜPRAŞ gibi devasa üretim merkezleri değildi, aynı zamanda sendikal faaliyetin ve sınıf dayanışmasının hâlâ güçlü olduğu KİT’lerde gelişmiş işçi sınıfı kültürüydü de. Haliyle 1980’lerin sonlarına doğru ve özellikle 1990’lar boyunca, tarikatların bu sefer Adapazarı, İzmit, Gebze gibi işçi havzalarına akın ettiği görüldü. Neoliberal taarruz dincilere tam da istedikleri olanakları sağlıyor, güvencesizliğin artışı onların intikal ettikleri her yerde ahali arasındaki moral ekonominin yönetimini ele geçirmesini sağlıyordu. 

1990’larda ise paranın tadına varmış, piyasada yer edinmeye başlamış ve girişimlerine destek bulmak için yine dini kullanmışları. O sıralar mantar gibi türeyen tabela holdingler kuruldu, dinciler bu sefer de gurbetçilere dadandı; “faiz haramdır, biz kâr payı veriyoruz” diyerek dolandırdıkları insanlar bugün bile haklarını geri alamadılar. 1980 öncesinde asla gerçekleşmeyen taşra merkezli sermaye birikimi yine dinci işletmecilerin işçileri yok pahasına çalıştırmasıyla mümkün oldu. Hatta cemaatler tarafından görevli, “sevap kazanmak” namına ücretsiz çalışan işçileri dahi oldu. Nihayet AKP iktidara geldiğinde 4857 sayılı çalışma yasasını çıkarmak ilk işiydi. Bu sayede emekçiler işverenin insafına terk edilmiş ve her türlü denetim (bilhassa da dinî olan) meşru hale gelmekteydi. Özal’ın başlattığı taarruzun şiddetini artırarak tırmandıran Erdoğan özelleştirmeleri tamamlamaya kararlıydı. Bir taraftan “ılımlı liberal” gömleğiyle Batı kamuoyunun ve ülkedeki radikal demokratların alkışlarını kabul ederken, diğer taraftan memleketin parsel parsel satışı işini hızlıca bitirdi. YİD diye öve öve bitiremedikleri yeni kalkınma modeliyle uluslararası sermayenin ilgisini daha bir cezbederek, “yol yapıyoruz, köprü yapıyoruz” diyerekten övündükleri projelerle gelecekte torunlarımızın bile ödemeye devam edeceği senetlere imza attılar. 

15 Temmuz geldiğinde ise yine ABD destekli bir darbe girişimi oldu. Fakat bu sefer dinci fraksiyonlar arasında gerçekleşecekti çekişme. AKP erkânı “Brunson krizi” gibi sabun köpüğü temaşalarla bir dönem ABD’ye kafa tutar gibi görünse de bu uzun süremeyecekti. Nihayet Erdoğan rejimi ülkeye doldurduğu mültecileri de koz olarak kullanarak Batı kamuoyunun desteğini kısa sürede tahkim ettikten sonra, Batılı emperyalist entegrasyonla ortaklıklarına devam edecekti. Yine civanmert pozlar bu sefer İsveç’in NATO’ya girişi esnasında eda edilse de dinci iktidar kısa sürede tükürdüğünü yalamak zorunda kalacaktı. Son seçimde de iktidar değişmeyince, ABD’yle yakınlaşma iyiden iyiye ilginç bir hal aldı. Şu günlerde G-20 yaklaşırken Amerikan donanması Akdeniz’e geldi, yapılan ortak tatbikatlarla Rusya’ya “Türkiye bizim maşamız, ona göre” mesajları verilirken, yandaş medya “dünya lideri” cilalamalarına devam ediyor.