Çığırdık… İlk günbatımından bu yana çığırdık ki “çığırtkanlık” bir histeriden; paranoyak vesveselerden habis iftiralara yol alan bir meşrebin hoşnutsuzluğuna indirgenmiş bir histeriden başka bir şey değildi “bazıları” için. Öyle ki miladî 2010’a tekabül eden o ikinci günbatımını bile yeni bir tan kızıllığı sanıyorlardı. Feodal saplantıların post modern muhakemelerle onandığı o günlerde tasdik edildi yobazlığın “demokrasi” vesikası, avamın üstüne çöken zifir ciddiye bile alınmadı. O kadar da olacaktı ne de olsa, Batı demokrasilerinin çoğunda da zaten birikim rejimi neo-liberal değil miydi? Varsın emekçiler sefaletin sancısıyla himmet kültürüne merbut kılınsın, iki lokma ekmek derdindeyken tevekkülle uyuşsun, hatta tanrı inayetini bile burjuva iktidarda bulsun. “Onlar” zaten umutsuz vaka değil miydi o “bazıları” için. Sanki “kültüre” ihsan olmak “onların” haddine miydi?  

Biz o ilk günbatımının “çığırtkanları” olanlar, görüyoruz ki tam da o “bazıları” şu günlerde, rastlantı eseri düştüğü adada direğe bağlanmış beyazlar gibi hissediyor kendilerini hala, sanki etraflarında yamyamlar dans ediyor. Uzaydan gelmiş gibi ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlar. Olan şeyi biz milyonuncu kere söyleyelim: Alt yapı üst yapıyı belirler!  Evvela proletaryanın üzerine çöken o akışkan zifir, tunçtan yapıldığı sanılan sosyete mabetlerine de ulaşır böyle sonunda… 

*** 

“Kültürel iktidar olamamak!” Erdoğan’ın bu şekvası yüz farklı şekilde yorumlandı. Açıkçası kültür kavramını tahkik etmek göründüğünden zor olduğundan konu hakkında konuşan ve yazan pek çok kişi beyhude ihtiraslara kapıldı son dönemde. Kafalar çok karışık.1 

Evvela anlaşılması gerekiyor ki sınıflı toplumlarda “kültürel iktidar” diye bir şey antropolojik olarak yoktur, yalnızca bölünmemiş toplumlarda; komünal oluşumlarda “kültürün iktidarı” söz konusudur, onu da kimse sahiplenemez. Sınıf egemenliği hiçbir zaman “kültür” üzerinde mutlak anlamda “muktedir” olamaz, fakat tüm sivrilme güzergâhlarında onunla “muhatap” olmak zorundadır. Sınıf iktidarının “kültür politikası” dediğimiz şeyin özü de budur, egemenlik hem mübadil hem de muharip biçimlerde kültürel alana sirayet etmek, kendi ayırıcı sığasını gizlemek, ayrıksılığını inkâr etmek ve hükmettiği kolektif varlıkla özdeşleşmeye çalışmak zorundadır.  

Bu minvalde, son dönemde yanlış yorumlanan kavramlardan biri de “kültürel hegemonya”. Egemenlerin bir dünya görüşüne dayanan ideolojik tatbiklerle kendi sınıfsal çıkarlarını genel-ortak çıkarlar gibi göstermesini ifade eden “hegemonya” kavramından farklı olarak, “kültürel hegemonya” kavramı bu dünya görüşüne dayalı tutum ve davranış kalıplarının boyunduruk altındaki insanlar tarafından “kendiliğinden” yeniden üretildiği toplumsal süreçleri açıklar. Haliyle kültürel hegemonya da kültür üzerindeki yekûn bir iktidar tasarrufunu ifade etmez. Yalnız saray rejiminin uzun dönem belirli bir kesim üzerinde hayli etkili olan kültürel hegemonyasının son yıllarda sönümlenmekte olduğu tahlili -yanlış değişkenlere dayanarak yapılsa da- geçerli bir tahlildir. Fakat bunun nedeni tek başına insanların iktidardan uzaklaşması filan değil, bilhassa Gezi Direnişi’nin ardından iktidarın kültür politikalarında yaptığı taktik değişikliklerdir. 

Kültürel hegemonya illa ki farklı kültürel temayülleri kapsamaya yönelik tutarlı bir dizge olarak “hegemonik kültürün” zahmetli yeniden üretimini ön gerektirir. Bu nedenle -her ne kadar yalnızca rıza üretmeye değil aynı zamanda baskıyı da onamaya yarasa bile- hegemonik kültür önünde sonunda insanlara “tekliflerle” yaklaşarak genişler. Buna karşın iktidarın son yıllardaki taktik referans dizgesi haline gelen “hâkim kültür” ise farklı kültürel temayülleri dışlayarak, hatta öğüterek yol aldığından, onlara galebe çalmak üzere daha dar bir kapsamı baskın kılma çabasını ihtiva eder, yani bu sefer insanlara “tehditlerle” yaklaşır. İşte gündelik göreneksel yordamlara taarruzunda “folklorik tahakkümü” tetikleyen bu kültür politikası, sanatsal-entelektüel üretimlere yönelik aşikâr bir sansürcülüğe ve yasakçılığa bürünür. Nihayet evvela alt sınıflardan başlayarak piramidin tepesine doğru uzanan bir “kültür kırım” çıkar ortaya! 

*** 

İşte bu “kültür kırımdır” ki on yıldır üst sınıfın seküler tayfası tarafından ısrarla göz ardı edildi. Üretim düzleminde emek rejimini saran “hâkim kültür” kamu bürokrasisine, sağlığa, eğitime, tüketime ve dahi yaşamın örgütlenmesine sirayet edip memleketi cehenneme çevirirken kendi korunaklı alanlarında bulunanlar “bize bir şey olmaz” sandılar. İçki zamları ve yasakları günaşırı artarken bazıları sofralarında şarap gurusu olmaya soyunadursun, inşaat işçisi Ahmet abi ucuz yollu sahte rakıdan zehirlenip öldü. Bazıları steril ortamlarında istediği gibi giyinip kuşanırken belediye otobüsüne binmeye mecbur kalan Hatice’ye her gün laf atıldı. Hasanlar Hüseyinler işsiz kalmamak için Alevî olduklarını gizlemek, hatta patronlarıyla yahut müdürleriyle camiye gitmek zorunda kaldı. KHK’lılar açlıkla terbiye edilirken biz “çığırtkanlar” “bu terörist/Fetöcü” yaftası kalıcılaşır” dedik, o “bazıları” için ise “ama OHAL koşulları, olacak o kadardı”. Pandemide deli saçması yasaklar nedeniyle alt sınıf müzisyenler aç kalıp intihar ederken “yahu salgın önlemi, hepimiz hasta mı olacaktık”. Ki biz “çığırtkanlar” o yasakların da kalıcılaşacağının farkındaydık. Festival yasakları, medeni kanun derken şimdi “kültür kırım” üst sınıfın dokunulmazlığını da tehdit eder hale geldi işte. Evcilleştirilmiş podyum muhalifliğinin belki de en “köklü” burjuva mecrası olan Altın Portakal bu kargaşaya dayanamadı. Sanırım “bazılarının” anlaması gereken şey de berraklaştı bu vakada: Öyle jürilerden çekilmekle filan olmaz, bize Altın Portakal filan demeyin, podyumdan inip yanımıza, sokağa gelin! 

1 İlgilisi için: https://www.birgun.net/makale/kulturel-bilinc-462881