Okulumuza yeni bir müdür atanmıştı. Koyu Ecevitçiydi, çok mütevazı biriydi, her gün okula bisikletle gelir, işlerini hallettikten sonra bahçıvanlığa soyunur, eker diker, öğrencileri yanına alıp tadilata girişir, hademelik işlerini dahi kendisi yapardı. Çok severdik. Fakat bir gün öğretmeni beklerken sınıfta estirilen ergen terörü esnasında haylazlık yaptığı için ismi tahtaya yazılan arkadaşlardan biri sınıf başkanına kızıp kitaplarını camdan aşağı attı. İki dakika içerisinde elinde kitaplarla müdür bey geldi sınıfa, soluk soluğaydı. “Kim attı bunları” diye sordu. Meğer aşağıda bahçe bellerken kitaplar kafasına düşmüş. Sonrasında arkadaşımızı disipline verdiler. Biz “Bir şey olmaz, müdür o anda kızmıştı, affeder, korkma” diye telkin ederek göndermiştik soruşturma odasına. Yarım saat sonra suratı kağıt gibi geldi sınıfa, “ne oldu?” diye sorduk, “Müdür bey Atatürk’e, İstiklal Marşı’na ve Türk Bayrağı’na” hakaretten disiplin soruşturması açmış” dedi. Her MEB kitabının önünde yer alan şablon… Sonrasında devreye başka öğretmenler girdi, aileler çağırıldı, müdür oralı olmadı. En sonunda arkadaşımız okul çıkışında müdürün karşısına atlayıp Gençliğe Hitabe’yi ezberden okuyunca müdür yumuşadı, soruşturma sona erdi…

∗∗∗

Geçtiğimiz haftalarda bu köşede “Atatürk İkonu” başlıklı bir yazı yazdım. AKP döneminde Atatürk ikonunun nasıl muhafazakâr söyleme amade bir asimilasyon sürecine sokulduğu ve ikon korunurken ardındaki temsillerin nasıl ortadan kaldırıldığı ile ilgiliydi. (Konuya ilişkin ayrıntılı tahlilim Kültürün Huzursuzluğu’nda mevcut.) Sosyalist olduğum için Atatürk’e olan ilgimin arkasında ciddi art niyet arayan ulusalcı bir dayının hemen dikkatini çekmiş. Türk Solu adlı internet sitesinde hakkımda zehir zemberek bir yazı yazmış; söylediğine göre örtülü Atatürk düşmanıymışım. Atatürk’e nasıl “ikon” dermişim, Atatürk “İkon değil Türk milletinin ebedi önderiymiş.” “Yahu dayıcım zaten Atatürk’ten değil onun ikonu üzerindeki muhasebeden bahsediyorum” diye bir yanıt veresim geldi, vazgeçtim. Komplo teorisyenliğine soyunan ezberci dayılara semiyoloji dersi vermiyorum artık. Gitsin öğrensin…

Nitekim birkaç gün önce tam da söylediğim şeyin bir örneği daha görüldü. Bir lise öğrencisinin Atatürk fotosuyla yaptığı edepsizlikler düştü sosyal medyaya. Görüntüler gerçekten çok rahatsız edici olduğu için ciddi bir infial oluştu toplumda. Elbette ki hemen gündem oldu. Açıkçası videonun bu denli tepki çekmesi olağan, Mustafa Kemal ulusal kahraman ve kurucu ata sonuçta, her ne kadar yaptığı Cumhuriyet devriminin izleri silinmeye çalışılsa da hala Türkiye toplumunun hemen tamamından çok derin saygı görüyor. Bu nedenle dinci iktidar, Mustafa Kemal’in “şahsı manevisi” söylemiyle sembolik berkitmelerine devam ederek sürdürüyor Cumhuriyet’e karşı savaşını. Statükonun sembolleri aynı kalarak değişiyor haliyle, duyumsamaya pek cevaz vermeden. Yaklaşan Anayasa değişikliği için seküler kesimleri de bir şekilde sakinleştirmesi lazım keza, salt heteroseksizmi kaşımak tek başına yeterli olmuyor. Haliyle bu çeşit vakalar teatral bir niteliğe bürünme fırsatı sunuyor iktidara, “bakın Atatürk’e nasıl sahip çıkıyoruz” mesajı veriliyor topluma. Fakat burada dikkat edilmesi gereken şey, çoluğa çocuğa ya da garibana uygulanan bu yaptırımların katmerli Atatürk düşmanı söylevlerde bulunan tarikat liderlerine ya da siyasetçilere uygulanmaması. Böylelikle salt ikon eksenli yaptırımlar sonrasında ortaya çıkan süreçler toplumsal parodilere dönüşüyor, belki de gelecekteki bir ikonoklazmın bahaneleri olabilmeleri için.

∗∗∗

Nihayet bu parodik bağlam, Tarkan’ın ansızın ortaya atlayıp Disney’e tepkisiz kaldığı için özür dilemesi ya da Sezen Aksu’nun lise öğrencisi çocuğa yazdığı mektup gibi podyum politikaları sayesinde gerçek problemle yer değiştiriyor. Papağana değil, parmağa bakıyor herkes. Sorun eğitim sisteminde ya da yönetimde görülmüyor, eni sonu çocuk suçlanıyor tek başına, hatta tutuklanıp hapse gönderiliyor, tepki gösterenlerin içi soğusun diye. Bu nedenle konuya en doğru yaklaşım İsmail Arı’nın haberinde ortaya çıkıyor: Bu çocuğu bu hale getiren böylesi bedbaht yapılanmaların arka planında kimler duruyor?

Ezcümle çocuğun muhatabı kolluk ya da yargı değil, Sezen ve Tarkan hiç değil! Onun muhatabı öğretmenleri, belki psikologlar yahut pedagoglar olmalıydı. Çünkü tikel bir vaka değil bu, göçük altından yardım çağırısı yapan depremzedeleri arayıp işleten bir kuşaktan bahsediyoruz, böylesi bir anominin yaratıcıları, esas sorumluları kimse onları bulalım –ki onların kim olduğunu aslında herkes biliyor!