Yaklaşık yirmi küsur yıl evvel lise öğrencisiyken bir ödev hazırlıyorum; konu Yılmaz Güney sineması… Umut filmindeki o malum karakol sahnesine ait sekansları sunuya aktarmak için döndürüp tekrar tekrar izliyorum, sonra birden arkamdan hıçkırık sesleri geliyor. Bakıyorum, annem ile dayım sesleri duyup odama girmiş, ağlıyorlar, “Biz bu sahneyi hiç unutmayız, çocukken sinemada izledik” diye… 

Yılmaz Güney çağının çelişkilerinden azade bir sanat işçisi değildi; tıpkı Chaplin gibi, Neruda gibi, Brecht ve daha niceleri gibi…

Halen belirli kavşakları aşamamış bir toplumsal konjonktürde bulunan sanatçılar tüm devrimci müdahalelerine ve yarattıkları sıçramalara karşın yaşadıkları tarihin kimi “aşamalarından/aşamadıklarından” illaki izler taşırlar. Kültür tarihine ilişkin en ufak bir ilgi geliştirmiş, en ufak bir soruşturmaya girişmiş herkes bunu bilir. Bu nedenle sanatçılar ve yapıtları değerlendirilirken anakronizmden kaçınmak, yaratıcıları ve yaratımları içinde yetiştikleri ve yeşerdikleri koşullara bakarak değerlendirmek gerekir. Velev ki bizimki gibi modernliğe koşar adım yetişmiş toplumlarda bu çelişkiler daha da kallavi bir hal aldığından devrimci sanatın yükü de ağırlaşır hallice. Bu yüzden Perry Anderson, “Üçüncü dünya modernliğe hiçbir ölümsüzlük çeşmesi sağlamaz” diye yazarken G. García Márquez, Salman Ruşdi ve Yılmaz Güney’i bu geç kalmışlığın başyapıtlarını ortaya koydukları için özel olarak örnek gösterir. Hülasa Güney sineması sırtındaki tüm tarihsel/toplumsal kenelerle birlikte oynamıştır çağının “Brechtgil” rolünü! Yedi düvel bunu kabul edip de “adamı” (!) literatürüne koyup incelerken; ondan ne öğreniriz, daha iyisini nasıl üretiriz diye çalışırken bizim memlekette şu günlerde onu tefe koymak isteyenlerin saçma sapan çıkışları gerçekten utandırıcı! 

Yılmaz Güney’in kişiliği, hayatı boyunca ayaklarına dolanan taşralı köklerini özümseyerek (asla inkâr etmeden) aşmak uğruna giriştiği mücadele bile başlı başına diyalektik bir bağlama oturur. Feodal köklerini, şiddete meylini, aşamadığı erkekliğini kendisi de eleştirmiştir. Evet, bilhassa Nebahat Çehre’ye uyguladığı şiddetle eleştiri konusu da olmuştur, aynı dönemde yaşadığı pek çok burjuva müsavisi gibi… Evet, hâkimi vurmuştur, verilen ceza boyunca da mahpusta yatar, fakat sudan bahanelerle ceza katmerlendirilip de Nazım benzeri Kafkaesk bir dava silsilesine düştüğünde olayın siyasi yönü ağır basar, o da hapisten kaçar. Fakat Yılmaz Güney’i bunlarla mı konuşmak gerekir, ürettikleri dururken? 

Öyleyse ürettiklerine gelelim. Evet, Güney sinemasında da çok fazla sorun bulunur. Erkeklik, şiddet, argo… Hem de en az çağındaki burjuva müsavileri kadar! Gelgelelim Güney’in yapıtlarının çoğunda bir taraftan toplumcu eleştiriler geliştirirken aynı zamanda kendine de eleştiri getirdiği, hatta kendi aşmaya çalıştıklarını yansıttığı da söylenebilir. Bu nedenle “at, avrat, silah” imgelemine bürünmüş tüm o yapıtlara içrek bir özdüşünüm de mevcuttur. O aşkınsal erkeklik yoksulluğun karşısında batağa saplanır her seferinde. Kimileyin en yiğit külhanbeyi en sıradan kör kurşunla biçare düşer. O çok gündem olan Arkadaş filminde dahi oynadığı Şapkalı Âzem karakterinin aslında bir eleştiri nesnesi olduğunu söyler Yılmaz Güney. Pek çok örneği vardır bunun. Çünkü o kendinin de farkındadır, çoğu mahpusta geçen üretim ve mücadele süreci boyunca kendisini eleştirmeyi asla ihmal etmez. 

Şimdi bugün soy ağacıyla övünen, aristokrasi özentisi küçük burjuva bir artist çıkmış Yılmaz Güney’in kadın düşmanlığından dem vuruyor. Malum iptal kültürü [cancel culture] tavan yaptı, küçük burjuva dünyasının ayırıcı sığasından bir sosyal medya iletisiyle kolayca “eleştirel” olacağını sanıyor. Ülkedeki feminist çevrelerin bunları çoktan aştığından habersiz. Zira ne bilsin? Hayatında bir kadın cinayeti takip etmiş mi acaba? Sosyal medyadaki birkaç iletisi dışında örgütlü bir mücadeleye girişmiş mi? Ülkede medeni kanun tartışılırken bir kadın sanatçı olarak herhangi bir direnişe iştirak etmiş ya da ön ayak olmuş mu? Ya da Yılmaz Güney konusunda sosyal medyada “duyar kasarken” birlikte çalıştığı yönetmenleri, oynadığı senaryoların eril niteliğini ve dahi rol arkadaşlarını hiç dert etmiş mi; Ozan Güven hakkındaki iddiaları soruşturmuş mu mesela? 

Nihayet Güney ailesi, ihtar niteliğinde hukuki bir savunmaya geçeceğini açıklayınca da iyice gemi azıya alıyor: “Hâkimi vurmak yok ama!” Erkeklik sökmezse milliyetçilik değil mi? Oportünizminin dibine vuralım öyle mi? Geçtiğimiz aylarda Cengiz Bozkurt bir konuşmasında tam da bu küçük burjuva sanatçıların bu çeşit podyum politikasından yakınmıştı. “Yıllarca piyasada her türlü pis ilişkiye girenleri, hatta yeri geldiğinde saraya koşup el öpenleri, yok bir konseri yasaklandı yahut eleştirel iki ileti attı diye tepenize çıkarmayın hemen, bir araştırın” diye seslenmişti bize. Ne haklıydı! Varsın, bizim yaşadığımız kokuşmuş sokakları bilmeyenler böyle üst sınıf ferah alanlarından politikleşsin ne edelim? Adı da Farah zaten; adı Farah kendi Farah!